Ana içeriğe atla

Vatansever mi? Vatan haini mi?

Üst not: Bunu yayınlamakta oldukça tereddüt ettim. Sonra şu el bombaları olayı da patlak verince hiç şüphem kalmadı artık (Bu yazı ‎27 ‎Temmuz ‎2010 ‎Salı günü yazıldı.)

Üst not II: Birinci üst notu yazmıştım ki yazıyı yayınlayamadan bir de Gediktepe baskınının emniyet tarafından günler öncesinden bildirildiği istihbaratı dönmeye başladı haberlerde.

Ülkede erkler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, adaletin tarafsızlığı ve bilumum doğru dürüst uygulama varmış. Asker demokrasi yanlısıymış, şu anki komuta zinhar planlamak/hazırlık yapmak, darbeyi aklının ucundan bile geçirmezmiş. Zaten bu ülkede ne darbe ne de darbe girişimi olmuş.

Terörle mücadele denen ucubede, ne sivil ne asker kimse ihanet etmemiş. Ne asker, görüp teröristi görmemezlik/vurmamazlık edermiş ne de sivil otorite bunların kamplarına gidip ellerini sıkmazmış, karanfil uzatmaz, onlara eğitim falan vermezmiş. Bir ordu terörist sınırımızdan geçip uçak savarlarla birlik basıp onlarca cana kıyarken çoban sanılmaz, kekik toplayan seksenli yaşlarındaki köylüler ise vurulup öldürülmezmiş. Canım ülkem bunların hiçbirinde art niyet aramazmış... Hepsi vatana hizmetmiş…

Memleketimde adalet önünde herkes eşittir ilkesi çok düzgün bir şekilde uygulanırmış. Mesela siz beş kuruşluk (5 Kr.) borcunuzu ödemediğinizde size işlemesi gereken adalet dakika şaşmazmış. Aynı zamanda bir asker herhangi bir suçla itham edilip, tutuklama kararı çıktığında hemen teslim olurmuş canım ülkemde. Muvazzaf yani görevde olması ve hatta general/amiral olması hasebiyle masumiyet karinesi ayaklar altına alınmazmış. Hapishanelerde yatanların %55’den fazlasının hükümlü değil tutuklu olması ancak eski – yeni bir asker veya üst sınıftan biri tutuklandığında hatırlanmazmış.

Kendisi dahi kabul etse, ben bu konuşmayı yaptım, bu seminerde böyle bir senaryo konuşuldu dese eski bir komutan, masumiyet karinesi gereği suçsuz ve vatanına şerefle hizmet etmiş bir subay olurmuş. O yüzden suçlu olamazmış. Güney sahillerinde bir yerlerini yayarak otururken kalp krizi riski olmayan çok değerli eski komutanımız, tutuklamayı duyar duymaz bir anda yüksek kalp krizi riski ile hastaneye yatsa da bunda hiçbir sorun görülmezmiş. Kimse de çıkıp “lan” arkadaş sen o sıcakta ne yapıyordun diye sormazmış.

Bir “tane” albay, terfi edemediği için kızıp bir plan hazırlar, altına kendi imzasını atarmış. Bir cemaatin evlerine silah, bomba koyma sonra da bunları yakalatma planları yapar, suikastlar tasarlar, ayaklanma planları yaparmış. Bunu kendisi dışında herkes kabul ederken, o bir “tane” albayın çalıştığı birimdeki bilgisayarların tamamının bir gece yarısı operasyonuyla neden silindiği hiç merak edilmezmiş. Hatta paçavra tanımları yapılan kâğıt bir anda bir belgeye dönüşür, kendi teknik ve adli makamları eliyle. Ama canım ülkemin yöneticisi sözlerimin arkasındayım dermiş hala.

Askere giden herkes bilirmiş; her atıştan sonra boş kovanlar bile toplanırmış. Canım memleketimin her karış toprağından lav silahları, roket atarlar, plastik patlayıcılar, el bombaları fırlarken; değerli yöneticimiz gözünde bunların bazılarının kullanılmış olması önemli değildir ve bu aşamadan sonra “değerli” yöneticimiz için tuvalet borusundan tek farkı renginin yeşil olmasıdır. Nerede kullanıldığı ve ordunun envanterinde olması gereken silahların toprağın altında ne işi olduğu sorusunun hiçbir önemi yokmuş.

Canım ülkemde erkler ayrılığına göre bir mahkeme bir tutuklama/yakalama emri verdiğinde, ülkenin yöneticisi, yönetmesi gereken diğer bir kişiyle mahkeme kararını tartışabilirmiş gece yarısına kadar. “Adaletsizlik” bakanı koşarak başşehre dönermiş, ne yapsak acaba diye. Yeri belli yurdu belli adamlar hakkında alınan kararlar bir türlü uygulanamazmış. Ne önemi varmış! “Çişleri” bakanı aynı sanık ile törenlere katılır timsahlaşırmış. Vatana hizmetmiş..!

Diğer tüm içeriğini unutabilsek bile, teröristi “bizimkiler” diye tanımlayan bir telefon konuşması tespit edildiğinde soruşturma üç yılda tamamlanmayabilirmiş ve bunda hiçbir beis yokmuş. Olamazmış..! Ayrıca masumiyet karinesi gereği bu adamlar görevinin başında kalmalıymış. Bu soruşturmayı olumlu veya olumsuz sonuca erdiremeyenler en büyük vatanseverlermiş.

“Babayasa” mahkemesi anasının belli olmadığı hasebiyle kanunları iptal etmek yerine kendi nüfusuna geçirmeyi hak görürmüş. İsmini aynı bırakıp kendi soyadını yazarmış. Ama olsun… Canım ülkemde erkler ayrılığı ilkesi varmış..! Demokrasi varmış..! Cumhuriyet varmış..! Vatanseverlik varmış..! Var oğlu varmış…

Hadi lan… İşkembeden sallamayın…

Bu askerler ve siviller vatanını seviyorsa ve vatan sevdası buysa ben vatan hainiyim…

Referandumda oyumun rengi beyaz bir “EVET” olacak. Bundan ötesi yok…

Peşin cevap: Bana sivil dediklerin de şöyle, bu parti de şunu yaptı diye sıralamayın. Onların güven indeksi zaten en sonlardaydı. Siz en güvenilen kurumların haline bakın. Onlar bu haldeyse diğerlerini düşünmeye gerek bile kalmıyor. Ayrıca bunların hiçbiri son on senenin ürünü de değil, çok daha eski… Son olarak ister kabul edin ister etmeyin sivil otoriteyi göndermek tek bir seçim dönemine bakar.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Allahumme ecirna min şerri siyaset"*

*Baştan söyleyeyim başlıktaki söz; "Allah'ım beni siyasetin şerrinden koru" anlamına geliyor ve koca bir külliyata imza atmış Said Nursi'ye atfediliyor. Ortam o kadar kirlendi ki, artık görüş açıklamaktan çekinir oldum. Geçmişim ortada. Sempati duyduklarım da eleştirdiklerim de... Orta bir yol tutturmaya çalışırken desteklediklerim de karşı çıktıklarım da burada yazılı olarak duruyor. FEM’e gittiğim, ilk üniversite yılımda "hizmetin" yurdunda kaldığım da geçmişimin bir parçası. Bir dönem destekçileri olduğum da... Hatta eleştirilerimin tamamını kapalı kapılar ardında yapıp, partizancasına savunduğum dönemleri de hatırlıyordur arkadaşlarım. Bu nedenle "hizmet" denilen olgunun ne olduğunu az çok bildiğimi düşünürüm. Hatta bir dönem içlerindeki hemen herkesin halisane bir şekilde çalıştığına da bizzat şahidim. Ancak o dönem o kadar kısa sürdü ki... Eminim şu an bile deli gibi memleket ve din adına çalışan, ne yapıyorsa bu uğurda yaptığını düşünen bi

Belki üstümüzden bir kuş geçer

Uzunca zamandır okuyorum. Hem de oldukça fazla. Okuduklarından bende yer edenlerin sayısı çok fazla değil. Bir yazarın belki onlarca eserini okuyor ama içlerinden bir tanesine tav oluyorum. Yüzlerce sayfalık bir şiir kitabından bazen sadece bir tane şiir çıkıyor; acaba benim anladığımı mı yazmış şair dediğim. Ya da bir kitabın bir tek cümlesi beni mest etse yetiyor bana. Uzunca zamandır müzik de dinliyorum. Çok farklı şeyler değil. Ama yinede arada yakaladığım bana özel şeyler de oluyor. Bir şarkının tek bir cümlesi ya da tüm albümdeki tek bir melodi beni alıp götürebiliyor çok uzaklara. Dün aklıma gelmemişti adı Yüksek Sadakat'in "Belki üstümüzden bir kuş geçer" şarkısının. Grup çok başarılı mı? Bence değil. Ama öyle birkaç şarkısı var ki; eh be adam nasıl yazdın bunları dedirtiyor. Gül renginde gün doğarken Boğazdan gemiler usulca geçerken Gel çıkalım bu şehirden Ağaçlar,gökyüzü ve toprak uyurken Dolaşalım kumsallarda Çılgın kalabalık artık uzaklarda Yorulu

Zamanı eğip, bükmek

Zaman, fiziki boyutların sanal olan dördüncüsü, elle tutulamayan. Zaman, içinde olayların ardı ardına gerçekleştiği boyut… Bilim adamlarına göre, aynen ışığın bükülebilmesi gibi zaman da eğrilip, bükülebilir ve eğer doğru koşullar gerçekleşirse yani yeterli hız yakalanırsa önce geleceğe ve daha sonra da geçmişe sıçramak mümkün olabilir. Bunu zaman yolculuğu gibi basit kavramlarla karıştırmayın. Bu şu “an” ın da içinde olduğu bir kavram. Öyleyse ne demek bu? Bu soruya cevap verebileceğimi pek sanmıyorum, haddime de değil zaten. Ama bu soru etrafında dolaşıldığında dahi çok farklı yerlere çıkan kapılar bulabiliyor insan. Çok sevdiğim bir çizgi dizide bir keşiş (“Avatar”) hava, su, toprak ve ateşi bükebiliyordu. Tüm dünyayı kurtaracak kişi olan keşişin bile zaman üzerinde böyle bir gücü yoktu. Sonra “Matrix” ve “Neo” var. Ancak o da olaylara hükmeder gibiydi, zamana değil ya da ben öyle algılamıştım. “Aslında bir kaşık yoktu!” ve “Kırmızılı kadın da bir ajandı.” değil mi? Ya “Hiro” iç