Ana içeriğe atla

28 Şubattan 8 Marta

Uzun zamandır gözlemlemeye çalıştığım bir konu kadınların günümüz toplumundaki yerleri. "Baba" evlerinde, "koca" evlerinde, okullarda, iş yerlerinde ya da sokaklarda kadınlarımız nerede? Ne kadar hayatın içindeler? Ne kadar varlar? Hayır, bu sefer başörtüsü meselesinden bahsetmeyeceğim ya da konuyu makro düzeyde ele alıp kadınların problemlerinden bahsetmeyeceğim.

Bu haftanın Camiler ve Din Görevlileri Haftası olması dolayısıyla "Davet hepimize ailece camiye" sloganıyla kadınları "yeniden" camiye çağıran Diyanet İşlerinin mesajından hareketle bizlerin bu konuya nasıl baktığına dair basit bir tablo çizmeye çalışalım.

Bu hükumet döneminde, herkesçe malum olduğu üzere, restorasyon işlerine bir hayli önem veriliyor. Neredeyse tüm tarihi camiler elden geçiriliyor. Yeni camiler yapılıyor. Peki bunlarda kadınlarımız için gerçekten onlara değer verdiğimizi gösterir bir anlayış taşıyor muyuz? Cevap kısa ve öz; hayır! Hatta bazı yerlerde o kadar kötü ki bu durum ibadet etmenin asgari koşullarını sağlamaktan dahi uzak. Alnınızı koyacağınız bir karış temiz toprak bulmakta zorlanırsınız!

Ne tuvaletlerin bir standardı var ne de kadınlar için özenilmiş, özelleştirilmiş abdest yerleri var. Düşünce, tasarım hep erkekler üstüne. Hiç değilse kadınların kıyafetleri göz önüne alınarak bazı düzenlemeler yapılmalı değil mi? Maalesef bunu bugün dahi göremiyoruz. Yeni yapılan camilerde şöyle şık, kullanışlı ve kadınlarımızın kendilerini rahat hissedebilecekleri şadırvanlar yapamaz mıyız? Bu arada kapitalist düzenin eseri bazı AVM'lerdeki abdest yerleri ve ibadethanelere bir göz atın. Çok şaşırabilirsiniz!

Kadınların sorunları daha camilere girişte kendini gösteriyor. Amerikan ırk ayrımcılığı zamanlarındaki gibi kadınlarımıza olan tavrımız. Arka taraflara atılmış kapılardan, bir sürü mezbelelik ve merdivenlerden geçilerek ulaşılan "ibadet" yerlerimiz var. Tekrar belirtmek gerekir mi? Kadınlarımız biz "erkekler" kadar rahat giyinemiyorlar! Bunun onları ne kadar zorda bıraktığının farkında mıyız? Buradan erkek tesettürü konusuna da geçebiliriz ya şimdi hiç yeri değil!

Mihrapta, minberde ya da kürsüdeki hoca, erkekler için okuyor, onlar için konuşuyor. Zira birçok yerde kadınlar ya ses sisteminden ya da hocanın sesinin çıkmamasından hiçbir şey duymuyor/duyamıyor. "Duyan" erkekler "duy/a/mayan" kadınlara anlatsın! Anladığı kadarıyla tabii!.. Kadın hep kendi başına... Kendini geliştirmek için dahi...

Girişte eziyet yaşamayan kadınlar, eğer erkeklerle aynı girişleri kullanıyorlarsa, dünyevi her türlü işleri kadınlardan önemli olan erkeklerin aheste aheste girişlerini ve koşturarak camiden çıkışlarını beklemek zorundalar! Ne de olsa kendini sakınmak, namusunu korumak sadece kadının işi! "Leydiz first" bize uymaz çünkü ecnebi işi!.. (İstisnalar kaideyi bozmaz camiye çıktığı gibi koşturarak giren cemaat görmek oldukça zor.)

İçeri giren kadınlarımıza özel bir yerimiz var mı peki? Yok! Perdelerle, paravanlarla çevirdiğiniz yerler "özel" değildir. Onlara, ibadethanelerimizde kendilerini özel hissettirecek bir çabamız, girişimimiz var mı? Yok! Bir nevi kafes hayatı...

Sırf otoritede mi problem? Ya kadınların aile bireyleri! Bir kadın anneyse ve çocuğuyla camiye geldiyse "ibadet" önceliği kimdedir? Cevabını bildiğim sorular soruyorum değil mi? Erkek dururken kadının neyine cemaat!

Kadının yeri evidir! Evinden dışarı çıkmamalıdır! Ama aynı zamanda cahil de olmamalıdır. Dindar olmalı ama dinin gereklerini kendi çabasıyla yerine getirmelidir. Başını nasıl bağlayacağını, nasıl giyineceği, nasıl oturup kalkacağı, nerelere gidip nerelere gidemeyeceği hepsi bizim tarafımızdan belirlenmeli!

Başlığı biraz alakasız buldun değil mi? O halde bir cümleyle mikrodan makroya geçelim; 28 Şubatta kadınlarımız üzerinden uygulanan baskıya karşı samimiyetimizi 8 Martta bizim onlar için ne yaptığımızla ölçebiliriz. (Simgelere takılmayın lütfen.) Daha en açık olması gereken kamusal alanlarımızı, camilerimizi, kadınlarımıza açamamışken; okullar, hastaneler, adliyeler ve diğer kamusal alanların açılmasını bekliyoruz. Başı açık ya da kapalı bir kadın parklarımızda ne kadar güvenli hissedebiliyor kendini?

Ne kadar da samimiyiz değil mi? Hadi çıkartın cetvelleri, samimiyet ölçüsü alacağız!..

Cennet neden annelerin ayakları altında biliyor musunuz? Çünkü bize rağmen dinlerini yaşayabiliyorlar! Çünkü bize rağmen bize bir şeyler öğretebiliyorlar. Sadece camiler mi sorun? Sorun ne yana baksanız orada! Peki sadece kadınların mı sorunları var? Hayır, bir şekilde medeniyet ormanında güçsüz kalmış/bırakılmış herkes benzer sorunlarla, her yerde karşı karşıya... Camiler bu sorunu en kolay düzeltebileceğimiz, düzeltmemiz gereken yerler.

Şimdi bunu başörtüsü ya da cami, cemaat yazısı sanan arkadaşım, yok öyle değil! Üşenmezsen baştan bir daha oku. Baktın yine aynı şeyi anlıyorsun yorma kendini, hepsi geçecek!

Not: İyiye gidiş varsa da yeterli değil! Yeterli hızda değil... Ayrıca çok iyi durumda olan yerlerde var. Ancak istisna kaidesine takılıyorlar.


Yorumlar

  1. Bu yazı tek kelimeyle HARİKA ! olmuş.

    YanıtlaSil
  2. Çok doğru tesbitler...Bir erkek gözüyle yazılmış olması ayrıca umut verici.. Umarım başka farkedenler de vardır...

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Fikriniz varsa buradan buyurun...

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Allahumme ecirna min şerri siyaset"*

*Baştan söyleyeyim başlıktaki söz; "Allah'ım beni siyasetin şerrinden koru" anlamına geliyor ve koca bir külliyata imza atmış Said Nursi'ye atfediliyor. Ortam o kadar kirlendi ki, artık görüş açıklamaktan çekinir oldum. Geçmişim ortada. Sempati duyduklarım da eleştirdiklerim de... Orta bir yol tutturmaya çalışırken desteklediklerim de karşı çıktıklarım da burada yazılı olarak duruyor. FEM’e gittiğim, ilk üniversite yılımda "hizmetin" yurdunda kaldığım da geçmişimin bir parçası. Bir dönem destekçileri olduğum da... Hatta eleştirilerimin tamamını kapalı kapılar ardında yapıp, partizancasına savunduğum dönemleri de hatırlıyordur arkadaşlarım. Bu nedenle "hizmet" denilen olgunun ne olduğunu az çok bildiğimi düşünürüm. Hatta bir dönem içlerindeki hemen herkesin halisane bir şekilde çalıştığına da bizzat şahidim. Ancak o dönem o kadar kısa sürdü ki... Eminim şu an bile deli gibi memleket ve din adına çalışan, ne yapıyorsa bu uğurda yaptığını düşünen bi

Belki üstümüzden bir kuş geçer

Uzunca zamandır okuyorum. Hem de oldukça fazla. Okuduklarından bende yer edenlerin sayısı çok fazla değil. Bir yazarın belki onlarca eserini okuyor ama içlerinden bir tanesine tav oluyorum. Yüzlerce sayfalık bir şiir kitabından bazen sadece bir tane şiir çıkıyor; acaba benim anladığımı mı yazmış şair dediğim. Ya da bir kitabın bir tek cümlesi beni mest etse yetiyor bana. Uzunca zamandır müzik de dinliyorum. Çok farklı şeyler değil. Ama yinede arada yakaladığım bana özel şeyler de oluyor. Bir şarkının tek bir cümlesi ya da tüm albümdeki tek bir melodi beni alıp götürebiliyor çok uzaklara. Dün aklıma gelmemişti adı Yüksek Sadakat'in "Belki üstümüzden bir kuş geçer" şarkısının. Grup çok başarılı mı? Bence değil. Ama öyle birkaç şarkısı var ki; eh be adam nasıl yazdın bunları dedirtiyor. Gül renginde gün doğarken Boğazdan gemiler usulca geçerken Gel çıkalım bu şehirden Ağaçlar,gökyüzü ve toprak uyurken Dolaşalım kumsallarda Çılgın kalabalık artık uzaklarda Yorulu

Zamanı eğip, bükmek

Zaman, fiziki boyutların sanal olan dördüncüsü, elle tutulamayan. Zaman, içinde olayların ardı ardına gerçekleştiği boyut… Bilim adamlarına göre, aynen ışığın bükülebilmesi gibi zaman da eğrilip, bükülebilir ve eğer doğru koşullar gerçekleşirse yani yeterli hız yakalanırsa önce geleceğe ve daha sonra da geçmişe sıçramak mümkün olabilir. Bunu zaman yolculuğu gibi basit kavramlarla karıştırmayın. Bu şu “an” ın da içinde olduğu bir kavram. Öyleyse ne demek bu? Bu soruya cevap verebileceğimi pek sanmıyorum, haddime de değil zaten. Ama bu soru etrafında dolaşıldığında dahi çok farklı yerlere çıkan kapılar bulabiliyor insan. Çok sevdiğim bir çizgi dizide bir keşiş (“Avatar”) hava, su, toprak ve ateşi bükebiliyordu. Tüm dünyayı kurtaracak kişi olan keşişin bile zaman üzerinde böyle bir gücü yoktu. Sonra “Matrix” ve “Neo” var. Ancak o da olaylara hükmeder gibiydi, zamana değil ya da ben öyle algılamıştım. “Aslında bir kaşık yoktu!” ve “Kırmızılı kadın da bir ajandı.” değil mi? Ya “Hiro” iç