Ana içeriğe atla

Boş Kutu

Hayat çok kötü gidiyordu. En az üç bacak üstüne oturması gereken hayatın tüm bacakları sakattı. Bir iskemle gibi dört bacaklı hayatları olanlar bile varken, onun hayatı zorluklar, eksiklikler ve üzüntülerle örülmüştü sanki. Her ne kadar hayatından şikâyet ederken görülmese, duyulmasa da zordu hayatı. Hem de dışarıdan bakıldığında acınacak kadar zor.

Çocukluğunda hiç eksiklik çekmemişti. Daha doğrusu ailesi öyle bir büyütmüştü ki eksikliğin ne olduğunu bilmiyordu. Bir oyuncağı varsa ikincisinin olması gerekir miydi? O biriyle oynuyordu ve eğleniyordu ya. Daha ne isteyebilirdi. Ayrıca arkadaşları vardı, etrafından hiç eksik olmayan. Oyuncaklarda neydi ki! Karınları doyuyordu. Varsın pastırması, kaymağı eksik olsundu kahvaltı sofrasının. Kuru fasulyenin yanında ortada ev yapımı bir turşu varsa insan daha ne isteyebilirdi ki! Hiç eksiklik hissetmemişti. Daha doğrusu eksikliğin ne olduğunu bilmiyordu. Öğretilmemişti ki!

Gençlik yılları zor muydu? O da bilmiyordu. Hep etrafında daha kötü durumda olanlara bakıp şükretmeyi öğrenmişti çünkü. Bu şekilde hep iyi olmuştu hayatı, göreceli de olsa. Şikâyet edecek şeyleri olduğunu bile bilmiyordu.

Hayatının önemli bir kısmı kalabalıklar içinde geçti. Hiç kendini öne çıkartmak ve “Ben” demek ihtiyacı duymamıştı, ta ki onu görünceye kadar. Onu ilk gördüğünde “Ben” dedi aslında “O” derken. Biz derken de kastettiği “Ben” di. Ben! Her şey bu şekilde başladı onun için.

* * *

“Ben” başlangıcını nihayete erdirmek için elinden geleni yapmıştı. “Benim” olmalı hayat bulmuştu o fark etmeden. Bilmediği bir kavram hayatına sızıyordu. İnceden inceye… Bazen uyarılarda almıyor değildi. Ancak fark edemeyecek kadar körleşmişti. “Ben” olmuştu hayatının merkezi. Eksiklikleri görmeye başladı. Önce daha iyi kıyafetler, daha iyi bir ev, daha iyi bir şeyler diye başladı istekleri. Her baktığı şeyde bir eksikliğini hissetmeye başladı. Ve işte o zaman mutsuzluk kavramıyla tanışmıştı. Henüz farkında değildi sadece.

“Ben” demesinin başlangıcı olan kişiyle evlenmişti. Evlenmişti ve “biz” bile “Ben” olmuştu onun için. Onundu o da, elde etmişti. “Benim” dedi her aldığı şeye. “Benim” dedi. Fark edemiyordu, benim dediklerinin her zaman iyi şeyler olmayacağını. Etrafındakiler bir bir çekiyorlardı ellerini ayaklarını. Yalnızlığı da “Benim” diye sahiplenmişti sonunda. Onun yalnızlığı…

Ölümlerle çok önceleri tanışmıştı aslında. Ama o zamanlar her şeyi iyiye yorardı. Giden birinin ardından bitti bu dünyanın çilesi onun için der, üzülür ama yıkılmazdı. Şimdi göçüp giden her biriyle birlikte o da göçüyordu. Bilmiyordu, fark edemiyordu kendi ölümüne de bir gün “Benim” diyeceğini. O kadar “Ben” demişti ki. “Ben!” Sonunda sadece "O" kalmıştı yanında. Tüm yaptıklarına rağmen omzuna dayandığı "O"! Hiç gitmemiş tutmuştu elinden. İhtiyacı olduğunda tüm işini gücünü bırakıp yetişmişti.

* * *

O, biz demişti ta en başından. “Biz!” Kendi diye bir şey yoktu. Her planına dâhil ediyordu onu. İşten çıktıklarında doğrudan eve gitmek yerine sürekli bir şeyler yapıyorlardı. Sıkılıyordu “Biz” in öteki tarafı ve o bunu gidermek için bir şeyler yapmalıydı. Her akşam ona giderken elinde mutlaka bir şeyler oluyordu. Çiçekler, parfümler, büyük küçük hediyeler… Hiçbir şey mutlu etmiyordu “Biz” in öteki yanını. O da bunu gördükçe çırpınıyordu. Mutluluk için. “Biz” in mutluluğu için.

Tüm denediklerine rağmen tükenme noktasına ulaşmışlardı birkaç kez. Mahkemelere dilekçeler bile gitmişti. Engelleyememişti bunu. Bir akşam elinde bir hediye paketiyle geldi eve. “Biz” in öteki yarısı için şimdiye kadarki en iyi hediyeyi bulduğunu düşünüyordu. Evde değildi öteki yanı. Paketi masanın üstüne bırakarak çıktı. Nasılsa geldiğine görecek ve açacaktı. İçindeki notu görünce de her şeyi anlayacaktı. Çıktı evden, yine onun için. Onun ihtiyacı olduğunu düşündüğü yalnızlığı yine ona vermek, onunla kendini “Biz” kılmak için.

* * *

O akşam eve geç gelmişti. Artık haber verme ihtiyacı bile duymuyordu. Çoğunlukla canı sıkkın oluyordu. Eskiden olsa bu ona hiçbir zarar veremezdi. Ama şimdi yaptığı hiçbir şeyden zevk almıyor, yanındaki herkesten sıkılıyordu. “Benim” dediği ondan bile…

Salona girdiğinde masanın üstünde hediye paketini gördü. Üzerinde bir not yoktu. Ancak ona ait olduğunu biliyordu. Ne de olsa alışmıştı artık. Yine o boş, işe yaramaz hediyelerden biri diye düşündü. Teşekkür etme zahmetine bile girmiyordu artık. Yine de hediye paketini açtı. Kutunun üzerindeki kartı bir kenara atıp doğrudan kutunun içindekine yöneldi. Kartlara, mesajlara ve iyi dileklere ayrılacak vakti yoktu. Paketin içinden çıkan küçük kutuyu açtı. Açarken aklından birçok şey geçmişti. Ancak! Boştu kutu. Bomboş… Öyle bir sinirlenmişti ki fırlatıp attı kutuyu. Masanın üstünde ne varsa savurdu yere. Nasıl bir şakaydı bu? Boş kutuyu görüp eğlenmesi mi gerekiyordu?

Ceketini aldığı gibi fırlayıp çıktı evden. Arabasına atlayıp uzaklaşabildiği kadar uzaklaşacaktı. Herkes yabancı, herkes düşman gibi geliyordu artık. Biz yerine “Ben”, “Benim” olan o da terk etmişti onu. Hatta artık dalga geçmeye bile vardırmıştı işin ucunu. “Boş kutu… bomboş bir kutu” diye düşündü.

Saatlerce dışarıda gezdikten sonra eve dönmeye karar vermişti. Bir yandan da eve döndüğünde “Benim” dediğinin de orada olup olmayacağını düşünüyordu. Bir de boş kutuyu. Boş kutu! Okumayıp kenara attığı kart geldi aklına. Kartın üzerinde ne yazdığını çok merak etti. Tüm kızgınlığına rağmen hala içinde farklı bir şey mi vardı diye düşünüyordu.

* * *

Eve geldiğinde saat çoktan gece yarısını geçmişti. “Benim” orada oturuyordu. Hiçbir şey olmamış gibi onu görünce gülümseyerek ayağa kalktı. Hiç konuşmadılar. O da doğrudan masanın üstünde duran karta yöneldi. Küçük bir gülümsemeyle bile cevap vermemişti. Kartı masadan alıp zarfından çıkarttı. Kartın üzerinde kısacık bir not vardı; “Hayatımızda eksik olan şeyi buldum; Sadece bakmak yerine hissetmelisin…”

Histerik bir şekilde bir gülüyor bir ağlıyordu. “Aptal…” diyebildi sadece ve dönüp çıktı kapıdan. Eve dönerken hissettiği şeyin aslında gerçekten de kaybetmiş olduğu şey olduğunu bildiği halde. Dönüp arkasına bir kez bile bakmadan. Çıktı ve gitti evden…

Yorumlar

  1. okuduğum zaman benimde senin bloga aldığın kadar çok etkilendiğim bir yazıydı bu Erkan.. çok..

    paylaşım için tşk.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Fikriniz varsa buradan buyurun...

Bu blogdaki popüler yayınlar

Belki üstümüzden bir kuş geçer

Uzunca zamandır okuyorum. Hem de oldukça fazla. Okuduklarından bende yer edenlerin sayısı çok fazla değil. Bir yazarın belki onlarca eserini okuyor ama içlerinden bir tanesine tav oluyorum. Yüzlerce sayfalık bir şiir kitabından bazen sadece bir tane şiir çıkıyor; acaba benim anladığımı mı yazmış şair dediğim. Ya da bir kitabın bir tek cümlesi beni mest etse yetiyor bana. Uzunca zamandır müzik de dinliyorum. Çok farklı şeyler değil. Ama yinede arada yakaladığım bana özel şeyler de oluyor. Bir şarkının tek bir cümlesi ya da tüm albümdeki tek bir melodi beni alıp götürebiliyor çok uzaklara. Dün aklıma gelmemişti adı Yüksek Sadakat'in "Belki üstümüzden bir kuş geçer" şarkısının. Grup çok başarılı mı? Bence değil. Ama öyle birkaç şarkısı var ki; eh be adam nasıl yazdın bunları dedirtiyor. Gül renginde gün doğarken Boğazdan gemiler usulca geçerken Gel çıkalım bu şehirden Ağaçlar,gökyüzü ve toprak uyurken Dolaşalım kumsallarda Çılgın kalabalık artık uzaklarda Yorulu

"Allahumme ecirna min şerri siyaset"*

*Baştan söyleyeyim başlıktaki söz; "Allah'ım beni siyasetin şerrinden koru" anlamına geliyor ve koca bir külliyata imza atmış Said Nursi'ye atfediliyor. Ortam o kadar kirlendi ki, artık görüş açıklamaktan çekinir oldum. Geçmişim ortada. Sempati duyduklarım da eleştirdiklerim de... Orta bir yol tutturmaya çalışırken desteklediklerim de karşı çıktıklarım da burada yazılı olarak duruyor. FEM’e gittiğim, ilk üniversite yılımda "hizmetin" yurdunda kaldığım da geçmişimin bir parçası. Bir dönem destekçileri olduğum da... Hatta eleştirilerimin tamamını kapalı kapılar ardında yapıp, partizancasına savunduğum dönemleri de hatırlıyordur arkadaşlarım. Bu nedenle "hizmet" denilen olgunun ne olduğunu az çok bildiğimi düşünürüm. Hatta bir dönem içlerindeki hemen herkesin halisane bir şekilde çalıştığına da bizzat şahidim. Ancak o dönem o kadar kısa sürdü ki... Eminim şu an bile deli gibi memleket ve din adına çalışan, ne yapıyorsa bu uğurda yaptığını düşünen bi

Zamanı eğip, bükmek

Zaman, fiziki boyutların sanal olan dördüncüsü, elle tutulamayan. Zaman, içinde olayların ardı ardına gerçekleştiği boyut… Bilim adamlarına göre, aynen ışığın bükülebilmesi gibi zaman da eğrilip, bükülebilir ve eğer doğru koşullar gerçekleşirse yani yeterli hız yakalanırsa önce geleceğe ve daha sonra da geçmişe sıçramak mümkün olabilir. Bunu zaman yolculuğu gibi basit kavramlarla karıştırmayın. Bu şu “an” ın da içinde olduğu bir kavram. Öyleyse ne demek bu? Bu soruya cevap verebileceğimi pek sanmıyorum, haddime de değil zaten. Ama bu soru etrafında dolaşıldığında dahi çok farklı yerlere çıkan kapılar bulabiliyor insan. Çok sevdiğim bir çizgi dizide bir keşiş (“Avatar”) hava, su, toprak ve ateşi bükebiliyordu. Tüm dünyayı kurtaracak kişi olan keşişin bile zaman üzerinde böyle bir gücü yoktu. Sonra “Matrix” ve “Neo” var. Ancak o da olaylara hükmeder gibiydi, zamana değil ya da ben öyle algılamıştım. “Aslında bir kaşık yoktu!” ve “Kırmızılı kadın da bir ajandı.” değil mi? Ya “Hiro” iç