Ana içeriğe atla

Sizin hiç babanız öldü mü ?.. Gazze'yi hiç duydunuz mu? Hiç ağladınız mı ?*

Bir anda gelişti, bir anda oldu: Gazze'ye gidiyoruz.
Ne ürkünç bir cümleymiş ki bu, duyandan “Ah, vah, aman dikkat, n'apacaksınız orda ya, olur mu ya” inlemeleri, sızlamaları yükseldi. Orda insanlar ölsün, sen burdan uzaktan uzağa inle, sızla. Bu mu adalet? Tabii herkes gidemeyebilir ama giden gider, ağlayan ağlar, ölen ölür kardeşim. Hayat ne kadar gerçekse, Gazze de o kadar gerçek işte.

Ben heyecanlandım. Bombalar yağarken girmemiştim hiç o şehre daha önce. Aldım çantamı çıktım. “Ne yapacaktım ki o insanlar için. Görecektim o kadar. Ne yapacaktım ki o insanlar için. Ağlayacaktım o kadar...” Empati yoksunu, kolaycı insanlar böyle konuşsun dursun değil mi, hep konuşurlar zaten. 'Ne yapacağımı', var mı? Görüp, ortak olacaktım. Paylaşacaktım...
Sahi, “Sizin hiç babanız öldü mü”... Okudunuz mu bu şiiri, bir anlam yüklemeye çalıştınız mı?
...

*Hilal Köylü'nün Sizin hiç babanız öldü mü ?.. Gazze'yi hiç duydunuz mu? Hiç ağladınız mı ? bağlantısında söylediklerinin devamını buradan okuyabilirsiniz.

**Yazının aslını da izin almadan buraya aldım. Kaybolup gitme ihtimaline karşı. Umarım kızılmaz bana...

Kahire Havalimanı'na indikten hemen sonra ilk bakışta insanda Hawai sempatisi uyandıran otobüslerimize bindik. Sonra markete gittik. Ne bulduysak doldurduk poşetlere. O dünya iyisi insan, büyükelçilik görevlisi diye hatırlıyorum, “Gazze'ye yemek bulamayacaksınız. Bu marketten alabileceğinizi alın” dedikçe, doldurduk çantaları. 

Korkunç olacaktı biliyordum. Havadan ölüm yağan bir şehre doğru ilerliyorduk. Ama benim tek düşündüğüm; telefonların ve 3G mucizesinin çalışıp çalışmayacağıydı. Gazze'den yayın yapmak içiölüyordum.



 






























Otobüs saatlerce salladı bizi. Onlarca kontrol noktasından geçtik. Yol hiç bitmedi. 8 saate yakın sürdü otobüs içindeki sallanmamız. Korku tünelinde ilerledikçe özgürleştiğimizi düşündüm oysa ki ben. Bütün dünya, yalan dünya geride kalıyordu. Güneşin uzaktan bütün güzelliğiyle doğuşuna tanıklık ettiğim anda “Ölelim, n'olmuş” bile diyebildim. İnsanlığa giden bir yolsa Gazze yolculuğu, bu yolculukta ölüm küçücük bir adım olurdu ancak.

Ve o kutsal kapı : Refah Kapısı. Keşmekeşin filmlere taş çıkartan tablosu... Bizi kapıdan içeri sokan kutsal bayrak: Türk bayrağı.

“Türk bayrağına sarılı otobüslerle ilerleyeceğiz ki şehirde, bombalara hedef olmayacağız” dedi genç adam. Otobüs sarılıp, sarmalandı. Ve öfkeli tercüman konuşmaya başladı...

Gazze'deyiz...Şehri boydan boya kesen Selahaddin caddesinde ilerliyoruz”




















 Gazze bomboş. Şehir terkedilmiş. Hayır. İnsanlar, evlerinden çıkamıyor. Ve biz de o ölüm sireni gibi gelen heronların sesini duymaya başlıyoruz. İç sızlatan füze sesleri...Havada vızıldıyor ve pat düşüyor. Öldün. Bu kadar kolay, bu kadar yalın, bu kadar anlamsız işte. Ölümün insanlara dokunuşunu hissediyor ve yaşıyorsun. Sen de öleceksin. Hepimiz öleceğiz.
İsrail'den gelen insansız hava araçlarının şehre verdiği hasarı sadece izlemek istiyorum o an. Bu anlamsızlığın fotoğrafı olmamalı hayatımızda. Saçma sapan fotoğraflar çektiğimin farkındayım.

Bulut Sütunu bu operasyonun adı. Ölü sayısı 120'yi aştı. 900'den fazla yaralı var. İsrail'le Hamas arasında ateşkes olur mu, olmaz mı? Canı cehenneme ateşkesin. Siz bunu tartışırken insanlar ölüyor. İsrail, bunu niye yapıyor? İsrail, Gazze'yi niye bombalıyor? Hiç analize gerek yok. Büyükler, kendilerince analiz ettiklerini zannediyor. Gerçek şu: İsrail saçmalıyor. Niye saçmalıyor?
Yapay bir devlet olmanın acizliği mi bu? Böyle söylemek istemiyorum. Onlarca İsrailli arkadaş, dost edindik. Onlar da hep mutsuz olduklarını anlattılar içten içe her zaman. Politikacılardan dert yandılar. Büyük balık, küçük balığı yutsun. Büyüklüğünü göstersin. Ortalık karışsın. Egon şişsin.

Amerika'dan nefret ediyorum yine derin derin. Gazze'nin ortasındaki Şifa Hastanesi'nin bahçesinde ambulans sesleri, füze seslerine karışıyor. Ama Amerikalı da çok arkadaşım var benim. Hiçbirinin ölmesine tahammül edemem. Öldürülmesine izin vermem. Ama Amerikan devleti, 'devlet edası'nda, İsrail'e arka çıkıyor. İnsanlar ölüyor ve politikacılar bunu kendi hanelerine olumlu puan diye yazıyor.

Ambulans sesleri uzayıp gittikçe, bahçenin ortasında küçüldükçe küçüldüğünü duyuyorum. Büyük balık diye birşey yok. Süper güç de yok...Yalanlarla örülmüş gerçeklere karşı aslında tek bir gerçek var: Gözyaşı...

Şifa Hastanesi'nde her yer acıya, kana bulanmışken, ölüm herkese ama herkese yetişecek kadar güçlenmişken umutla çalışan doktorlarla tanışıyorum. Halen pırıldıyor gözleri. Benimkiler de pırıldar mı, gözlerinin tam içine bakıyorum. 'Yardım' diyoruz, bahçenin tam kenarına bir füze düşüyor... Hayat patlıyor, sessizce ağlıyoruz. 




















O hastaneyi asla ama asla unutmayacağımı biliyorum. İçeri dalıp, hayattan kopuk şekilde hayat aradığım dakikalar hep aklımda olacak. “Hastane iyi” demek istiyorum. “İçerden yaşam fışkırıyor” demek... Düzenli, konforlu yataklar değil elbet yaşam belirtisi her zaman. Burda da savaş koşulları var. Kargaşa bulutu genişledikçe genişliyor. Keşke bir sebep bulabilsem buna, bulamıyorum...Bahçeye yeniden döndüğümde hiçkimsenin gözüne bakmadan ağlıyorum...

Ben Şifa Hastanesi'nin bahçesinde ağlarken, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da hastanenin içinde acılı bir babaya sarılırken ağlıyordu... Gözyaşlarımızla dalga geçenlere, eğlenenlere hiç kızmıyorum. Belki günün birinde okurlar, belki günün birinde anlarlar... Onların günün birinde “Sizin hiç babanız öldü mü...” mısralarıyla karşılaşıp, duymalarını, anlamalarını umut ediyorum... Sahi... Sizin hiç babanız öldü mü?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Zamanı eğip, bükmek

Zaman, fiziki boyutların sanal olan dördüncüsü, elle tutulamayan. Zaman, içinde olayların ardı ardına gerçekleştiği boyut… Bilim adamlarına göre, aynen ışığın bükülebilmesi gibi zaman da eğrilip, bükülebilir ve eğer doğru koşullar gerçekleşirse yani yeterli hız yakalanırsa önce geleceğe ve daha sonra da geçmişe sıçramak mümkün olabilir. Bunu zaman yolculuğu gibi basit kavramlarla karıştırmayın. Bu şu “an” ın da içinde olduğu bir kavram. Öyleyse ne demek bu? Bu soruya cevap verebileceğimi pek sanmıyorum, haddime de değil zaten. Ama bu soru etrafında dolaşıldığında dahi çok farklı yerlere çıkan kapılar bulabiliyor insan. Çok sevdiğim bir çizgi dizide bir keşiş (“Avatar”) hava, su, toprak ve ateşi bükebiliyordu. Tüm dünyayı kurtaracak kişi olan keşişin bile zaman üzerinde böyle bir gücü yoktu. Sonra “Matrix” ve “Neo” var. Ancak o da olaylara hükmeder gibiydi, zamana değil ya da ben öyle algılamıştım. “Aslında bir kaşık yoktu!” ve “Kırmızılı kadın da bir ajandı.” değil mi? Ya “Hiro” iç

"Allahumme ecirna min şerri siyaset"*

*Baştan söyleyeyim başlıktaki söz; "Allah'ım beni siyasetin şerrinden koru" anlamına geliyor ve koca bir külliyata imza atmış Said Nursi'ye atfediliyor. Ortam o kadar kirlendi ki, artık görüş açıklamaktan çekinir oldum. Geçmişim ortada. Sempati duyduklarım da eleştirdiklerim de... Orta bir yol tutturmaya çalışırken desteklediklerim de karşı çıktıklarım da burada yazılı olarak duruyor. FEM’e gittiğim, ilk üniversite yılımda "hizmetin" yurdunda kaldığım da geçmişimin bir parçası. Bir dönem destekçileri olduğum da... Hatta eleştirilerimin tamamını kapalı kapılar ardında yapıp, partizancasına savunduğum dönemleri de hatırlıyordur arkadaşlarım. Bu nedenle "hizmet" denilen olgunun ne olduğunu az çok bildiğimi düşünürüm. Hatta bir dönem içlerindeki hemen herkesin halisane bir şekilde çalıştığına da bizzat şahidim. Ancak o dönem o kadar kısa sürdü ki... Eminim şu an bile deli gibi memleket ve din adına çalışan, ne yapıyorsa bu uğurda yaptığını düşünen bi

“Herkes ötekidir ve hiç kimse kendisi değildir.*”

Bir cümle, bazen bir yerlerde okuduğunuz, bazen birinin söylediği, bir filmde duyduğunuz ya da birinin gözünüzün içine sokarcasına haykırdığı, bir konu hakkındaki tüm düşüncelerinizi aktarabilir. Öyle bir hisse kapılırsınız ki sanki ömrünüz boyunca düşünseniz, araştırsanız ve didinseniz görüşlerinizi, düşüncelerinizi bu kadar güzel, net ve öz olarak anlatamayacakmışsınız gibi gelir. Geçenlerde bir arkadaşla, hiç kimsenin etrafındakilere karşı dürüst ya da gerçekçi olmadığından konuşuyorduk. O gün bunu anlatmakta oldukça zorluk çekmiştim. Şimdi düşüncelerimi bu konuya bu kadar yoğunlaştırmışken bile zorlanıyorum. Yanlış anlaşılmaması için hemen belirteyim bu dürüstlük ya da gerçekçilik hayatın geneline karşı bir şey değil. İnsanların ikili ilişkilerinde kendilerine ve dışarıdakilere karşı olan dürüstlük ve gerçekçilikten bahsediyorum. Geçmişi doğal olarak bilemiyoruz ama bugün kimse karşısındakini gördüğü gibi kabul edip o şekilde yaklaşmıyor ve yargılamıyor. Kendi duyularımızla öğrendi