Ana içeriğe atla

Bir iktisadi kavram olarak “sevgi”

Dostum, bugün sana sayısını benim bile unuttuğum kadar çok aldığım ve her seferinde ya tekrar etmek zorunda kaldığım ya da ite kaka geçtiğim bir dersin ana kavramından bahsedeceğim. Daha doğrusu onun en basit kavramından yola çıkarak bir şeyler anlatmaya çalışacağım.

Dostum, bazı basit iktisat kavramları vardır. Örneğin, iktisat sadece kıt kaynaklarla ilgilenir. Dünya üzerindeki hava iktisadi bir kavram değildir mesela. Havanın bol ve tüketilemeyecek kadar çok oluşu iktisadi olmaktan çıkarır onu. Ancak başka bir bakış açısından da –yeni iktisat diyebiliriz- artık hava da iktisadi bir kavramdır. Çünkü şehirlerde havanın kalitesi her geçen gün düşmekte ve kaliteli hava kıt kaynak haline gelmektedir. Bu kıt kaynak için bir bedel ödemek gerektiği için de, hava iktisadi bir kavrama dönüşür (Yeşillikler, ağaçlar içinde ve havası temiz bir yerde ev almak istediğinde göreceli olarak daha fazla para ödemen ya da kazanabileceğin paradan daha azına razı olman gerekir. Dostum, şimdi eğer yolda geçirdiğin zamana hayıflanıyorsan bir daha düşün.)

Dostum, daha önce de söylediğim gibi iktisat kıt kaynakların bilimidir. Kıt kaynağın tanımı; insan ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz olma olarak özetlenebilir. Peki, tüm bunların “sevgi” ile ne alakası var? Şöyle ki; birçok insan artık sevginin kıt bir kaynak olduğu algısı ile yaşıyor. –Farkında olmasalar bile- Birini seviyorsak ikinci bir kişiye yer olmadığını düşünüyoruz ya da sevildiğimiz söylendiğinde düşünce ve kalpte sadece bizim olmamız gerektiği yanılgısına düşüyoruz. Yani akla ve duygulara parmaklıklar örüyor, kendi hapishanelerimizi yaratıyoruz. Dostum, çoğu zaman başkalarını dışarıda tutabilmek için örüyoruz onları. Ancak bazen de birini içeride tutabilmek için... Bazen içeridekini tek tutmak… Bir başka zaman da yalnızlığımızın savunucusu olarak… Ama hepsinde neden; sevginin kıt bir kaynak olduğu yanlış algısı üstüne kuruludur, paylaşıldığında azalır ve azalacaksa bir bedeli olmalıdır…

Dostum, kimileri duvarlar örer parmaklıklar yerine. Ne içeridekinin dışarıyı ne de dışarıdakinin içeriyi görmesini istemezler. Kimi zaman kendi kirleridir saklamaya çalıştıkları kimi zamansa yalnızlıkları. Çoğu zaman yetersiz kalır duvarlarının yüksekliği. Hep birileri çıkar ve uzatır boynunu duvarın üstünden. Sonra her olayın ardından birkaç sıra daha eklenir o duvarlara ve yükselirken aynı zamanda da daralmaya başlar. Ta ki artık tepesi de kapanıp ışığı da dışarıda bırakana kadar. Işığı da dışarıda bıraktığında insan, yine bir yol ayrımında bulur kendini. Dostum, yalnızsan o duvarların ardında, kendi karanlığına gömülür ve bir daha da çıkamazsın ışığa. Yok, eğer bir sevdiğini de hapsettiysen o karanlığa, onun ışığında yaşar bir süre, çok mutlu olduğunu düşünürsün. Ta ki onun da ışığı sönene kadar. Yani dostum, her hâlükârda yol ayrımı birleşir sonunda karanlıkta…

Uzun zaman önce, “Etrafımdaki duvar beni içeriye değil, diğerlerini dışarıya hapsediyor!” demiştim. Ama artık o kadar da emin değilim. Ayrıca bana ulaşmak isteyen birinin dışarıda kalması gerekir mi diye de sorguluyorum artık. Kısacası parmaklıklarda, duvarlarda artık eskiden olduğu gibi gözükmüyor gözüme. Sevdiğim biri içime işlemişken bir başkasının girmesini ya da içimi görmesini engellemekte saçma geliyor, kendimi içeri hapsetmekte. Galiba ben artık ne parmaklıkları ne de duvarları sevmiyorum. O kadar ki gece gökyüzünü örtünmek, sabah güneşi perdesiz şekilde görmek istiyorum.

Dostum, yeni gelen yüzünden içerideki gitmek istiyorsa gitmelidir, duvarlar ve parmaklıklar engel olmadan… Ama yeni gelen de kendine bir taht aramamalıdır bu durumda ve çimlerin üzerindeki bir kilimi yeterli bulmalıdır.

Nereden nereye geldim yine. “Sevgi” gerçekten iktisadi bir kavram olacak kadar azaldı mı? Paylaşıldığında çoğalması gereken şeyler gerçekten kıt kaynaklar haline mi döndü? Gerçekten merak ediyorum artık. Temiz havaya ulaşmak için şehir dışına çıkıp, bir eve göreceli daha fazla bir bedel ödeyerek ve gelirimizden de fedakârlık yaptığımız şey acaba “sevgi” içinde geçerli olur mu? Yoksa sadece kendimi mi kandırıyorum?

Dostum, sanırım benimki sadece bir ütopya: İnsanların ne içlerinde ne dışlarında duvarların ve parmaklıkların olmadığı…

Yorumlar

  1. evet katılıyorum sana bu bir ütopya olmalı, sadece bir ütopya...

    bugün okuduğum bir yazıda hiçbir şeye güvenme diyordu, sadece yüreğine güven. işte bunu yapabildikten sonra kalır mı ki duvarlar ve demir parmaklıklar? sanki kalmaz gibi. ama biz bırak başkalarına kendi yüreğimize bile ne kadar güvenebiliyoruz ki?

    teşekkürler bu güzel yazı için. aklına ve yüreğine sağlık...

    YanıtlaSil
  2. Haşmet Babaoğlu bugün köşesinde şunu paylaşmış:

    "Günümüzde ilişkiler bir tür yatırımdır. Ama bir simsardan satın aldığınız ilişkiye sadakat yemini etmek hiç aklınızdan geçmiş midir?.. O yüzden günümüz ilişkilerinde sürekli tetikte olmak gerekir. Şekerleme yapanın ya da gardını düşürenin vay haline!"
    ZYGMUNT BAUMAN (Akışkan Aşk)

    Burada da olsun istedim...

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Fikriniz varsa buradan buyurun...

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Allahumme ecirna min şerri siyaset"*

*Baştan söyleyeyim başlıktaki söz; "Allah'ım beni siyasetin şerrinden koru" anlamına geliyor ve koca bir külliyata imza atmış Said Nursi'ye atfediliyor. Ortam o kadar kirlendi ki, artık görüş açıklamaktan çekinir oldum. Geçmişim ortada. Sempati duyduklarım da eleştirdiklerim de... Orta bir yol tutturmaya çalışırken desteklediklerim de karşı çıktıklarım da burada yazılı olarak duruyor. FEM’e gittiğim, ilk üniversite yılımda "hizmetin" yurdunda kaldığım da geçmişimin bir parçası. Bir dönem destekçileri olduğum da... Hatta eleştirilerimin tamamını kapalı kapılar ardında yapıp, partizancasına savunduğum dönemleri de hatırlıyordur arkadaşlarım. Bu nedenle "hizmet" denilen olgunun ne olduğunu az çok bildiğimi düşünürüm. Hatta bir dönem içlerindeki hemen herkesin halisane bir şekilde çalıştığına da bizzat şahidim. Ancak o dönem o kadar kısa sürdü ki... Eminim şu an bile deli gibi memleket ve din adına çalışan, ne yapıyorsa bu uğurda yaptığını düşünen bi

Belki üstümüzden bir kuş geçer

Uzunca zamandır okuyorum. Hem de oldukça fazla. Okuduklarından bende yer edenlerin sayısı çok fazla değil. Bir yazarın belki onlarca eserini okuyor ama içlerinden bir tanesine tav oluyorum. Yüzlerce sayfalık bir şiir kitabından bazen sadece bir tane şiir çıkıyor; acaba benim anladığımı mı yazmış şair dediğim. Ya da bir kitabın bir tek cümlesi beni mest etse yetiyor bana. Uzunca zamandır müzik de dinliyorum. Çok farklı şeyler değil. Ama yinede arada yakaladığım bana özel şeyler de oluyor. Bir şarkının tek bir cümlesi ya da tüm albümdeki tek bir melodi beni alıp götürebiliyor çok uzaklara. Dün aklıma gelmemişti adı Yüksek Sadakat'in "Belki üstümüzden bir kuş geçer" şarkısının. Grup çok başarılı mı? Bence değil. Ama öyle birkaç şarkısı var ki; eh be adam nasıl yazdın bunları dedirtiyor. Gül renginde gün doğarken Boğazdan gemiler usulca geçerken Gel çıkalım bu şehirden Ağaçlar,gökyüzü ve toprak uyurken Dolaşalım kumsallarda Çılgın kalabalık artık uzaklarda Yorulu

Zamanı eğip, bükmek

Zaman, fiziki boyutların sanal olan dördüncüsü, elle tutulamayan. Zaman, içinde olayların ardı ardına gerçekleştiği boyut… Bilim adamlarına göre, aynen ışığın bükülebilmesi gibi zaman da eğrilip, bükülebilir ve eğer doğru koşullar gerçekleşirse yani yeterli hız yakalanırsa önce geleceğe ve daha sonra da geçmişe sıçramak mümkün olabilir. Bunu zaman yolculuğu gibi basit kavramlarla karıştırmayın. Bu şu “an” ın da içinde olduğu bir kavram. Öyleyse ne demek bu? Bu soruya cevap verebileceğimi pek sanmıyorum, haddime de değil zaten. Ama bu soru etrafında dolaşıldığında dahi çok farklı yerlere çıkan kapılar bulabiliyor insan. Çok sevdiğim bir çizgi dizide bir keşiş (“Avatar”) hava, su, toprak ve ateşi bükebiliyordu. Tüm dünyayı kurtaracak kişi olan keşişin bile zaman üzerinde böyle bir gücü yoktu. Sonra “Matrix” ve “Neo” var. Ancak o da olaylara hükmeder gibiydi, zamana değil ya da ben öyle algılamıştım. “Aslında bir kaşık yoktu!” ve “Kırmızılı kadın da bir ajandı.” değil mi? Ya “Hiro” iç