Ana içeriğe atla

Yabancı

Köyün girişinde durmuş suyun başında oturan yaşlı adama bakıyordu. Dayanamayıp yüzü o topraklarda yaşadığını kanıtlarcasına derin çizgi ve çatlaklarla dolu olan adama yaklaştı. Şehirden getirdiği kuru mizah anlayışıyla "Kredi kartı geçiyor mu amca?" diye sordu, bir sohbet başlatabilmek amacıyla. Yüzündeki sertlik bir anda ürkütücü gelen yaşlı adam gülümseyerek cevap verdi; "Güzel kız bu hangi diziden?" O ana kadar nerede olduğunu anlamamışçasına bakan kız bir anda irkildi ve geri çekildi. Yakıştırılan bu dizi karakteri maskesi onu rahatsız etmiş, bugüne kadar eleştirdiği o karakterlerden birine benzetilmek incitmişti. Sonra kendiside bunun iyi bir yöntem olmadığına hak verip tekrar denemek istedi.

Ancak çeşme başındaki sandalye boştu. Nasıl olurdu; daha şimdi buradaydı ve "ince esprisine" sağlam bir cevap almıştı o adamdan. Yine başladığı yere mi dönüyordu? Her şeyden kaçmasına neden olan o sinsi, kaba, kabul edilemez illet yeniden mi sarmıştı etrafını? Etrafında döndü usulca, kimselerin olup olmadığına bakmak için. Ama köyün girişi adeta Amerikan filmlerindeki terk edilmiş çöl kasabalarına benziyordu; ıssız ve çorak. Neyse ki köyün girişindeki çeşme sessizliği dağıtıp her şeyi değiştiriyordu. Düşüncelerinden sıyrılıp yeniden o ana döndü. Eski günlerini hatırlamak bile acı veriyordu artık. Terk edilmişliğin, yalnızlığın ve sonra onsuzluğun ruhunda bıraktığı izler biraz önce gördüğü yaşlı adamın yüzündeki çatlaklar kadar derindi. Ne zaman biri ona sarılsa, dokunsa sanki bu derin izleri hissedecek ve ondan tiksinecekmiş gibi korkardı...
Korkardı yeniden eski haline geri dönmekten, bir başkasının daha aynı şeyleri geri getirmesinden. Bir arkadaşı bunun aslında onun korktuğu kadar kötü bir şey olmadığını fısıldamıştı bir gün. Dışarıdaki herkesin biraz onun gibi olduğunu ve bunu sevdiğini bile söylemişti. Ancak kullandığı onca ilaç, ailesinde ve arkadaşlarındaki değişim o kadar çok yara açmıştı ki, o sözler sadece yangına su damlacıkları taşıyan bir karınca kadar serinletebilmişti yüreğini. Aylarca, yıllarca uğraşmış ve didinmiş, en sonunda kendini hem sevip hem de nefret ettiği o şehirden atarak bir nebze olsun kurtulmuştu tüm bunlardan. Herkesin sıkıldığında bol keseden salladığı lakırdıları o gerçek yapmıştı. Tek başına yollardaydı ve cesaretine şaşıranlara şaşacak kadar da aklı başında. Evet, kurtulduğunu düşünüyordu! İl il, kasaba kasaba gezmiş, bir gece bir mezrada diğer gece hiç tanımadığı bir köyde konaklamıştı. Bugün bu köyde, çok seveceğini düşündüğü bu Anadolu cennetinde, var olmayan biriyle mi konuşmuştu az önce. İşte yine başa dönüyorum diye düşündü. Ama nasıl? Nasıl olabilirdi?

Çeşmeye doğru eğildi ve su tasına bakındı. Göremeyince önce ellerini ve yüzünü buz gibi suyla yıkadı. İçmeye çalıştığında suyun tadı ilaçlı gibi, eskiden kullandığı ilaçların tadı gibi gelmişti. Serin olmasına rağmen ne kadar içerse içsin içini yakmaktan başka bir işe yaramayacağını düşünüp vazgeçti. Çeşmenin altındaki yalakta dalgalanan sudaki yansımasına takıldı gözü. Eskiden aynaya baktığında da böyle dalgalanmalar görürdü kendi aksinde. Her ne kadar doktoru bunun ilaçların bir yan etkisi olduğunu ve gayet normal olduğunu söylese de hiç bir zaman alışamamıştı. Şimdi içtiği sudaki ilaç tadı ile birlikte dalgalanan su da tüm geçmişi geri getirmek üzereydi. Kaçacak veya gizlenecek bir şey değildi bu. Daha önceleri de böyle anlar yaşamış ama çok endişelenmemişti. Çünkü o zaman tüm mekânlar tanıdıktı. Hala hem sevip hem nefret ettiği şehirde geziyordu tüm o anlarda.

Şehrin kaldırımlarını ezberlemecesine, yaya olarak bir sahil boyundan diğerine arşınlamıştı aylar ve senelerce. Delilere yakışır bir sabırla her hafta sonu kilometrelerce süren farklı rotalarla aynı yere gidiyordu. Yağmur, kar ve güneşli hallerinde ayrı ayrı tarif edebilirdi her kaldırım taşının yerini. Bir de gözleri kapalı resmedebileceğine yemin ettiği o manzara; sahil boyunca mahremiyeti tamamen ona ait, kimselerin göremediği, en azından onun gibi göremediği, yeşilin her tonunun maviyle vahşice kaynaştığı o yer. Kapalı havalardaki o ton farklılığı daha da çok cezb ediyordu.

Kapalı havaları çok daha fazla seviyordu o günlerde. Yağmurluğunun kapüşonu gözlerinin üstüne kadar inmişken kimseye bakmak ve göz göze gelmek zorunda kalmıyordu çünkü. Kısa süre önce koca şehirde tek bir tanıdıktan başkası yokmuş gibiyken. Şimdi adımını attığı her yerde birilerini görmek ve sürekli hal hatır sorularını savuşturmaktan sıkılmıştı. Ne hastalığı daha kolaylaştırıyordu bu bunaltıcı sorular ne de eksik parçaları koşarak paçasını yakalıyordu annelerini kaybetmiş çocuklar gibi. Sadece daha da zorlaşıyordu eksilmişlik hissi. Oysa ondan başka hiç kimse onları bir çift olarak görmemişti. Şimdi onun yokluğunda herkes ikisini beraber hatırlıyor, anıyordu.

Bir tek Fıstık mutlu gözüküyordu. Acaba Fıstık da onun kedileri sevemediğini hissetmiş miydi? Sonradan ne kadar da pişman olmuştu Fıstık'ı bir arkadaşına vermeyi düşündüğü için. Aniden irkildi... Çeşmenin kenarındaki boş sandalye bir anda gıcırdamış ve bu düşüncelerden sıyrılmasına neden olmuştu. Bakışlarının sandalyenin boş minderini yakalayacağını umduğu sırada ikinci bir şokla sarsıldı. İyi bakılmış bir ev kedisi olduğu belli, pamuk gibi bembeyaz bir kedi tüm masumluğu ve asilliğiyle başını yana yatırmış ona bakıyordu. Bir yönüyle hüzünlü bir yönüyle hınzır bir şeyler vardı bakışlarında. Fıstık yeşili gözlerinden gelen ismiyle Fıstık bu pamuk yumağının yanında sokak kedisi gibi kalıyordu ki zaten öyleydi. Yıllarca Fıstık ile aynı evde yaşamasına rağmen bu kedi onu biraz korkutmuştu. Her şeyden sonra bir paranoyaya mı kapılıyorum diye geçirdi içinden. Biraz korkarak elini uzattı boynunu okşamak için. İşte o zaman gözlerini fark etti, fıstık yeşili gözlerini...

Daha önceleri de histerik ağlama nöbetleri yaşamıştı. Ama bu burada onun tanımadığı, onu tanımayanların topraklarında olmamalıydı. Gözlerinden süzülen yaşlara engel olmayacağını bilmesine rağmen kendini zorladı, zorladı, zorladı... Dayanamayıp çeşmenin yanına çöktüğünde sessiz hıçkırıklara boğulmuş elleri yüzüne kapanmıştı. Kendi karanlığını yaratmak istercesine dizlerinin üstüne eğildi ve kollarıyla bacaklarının etrafını sardı. Ne zaman kendini bu kadar üzgün ve yorgun hissetse aynı şeyi yapardı. Bu hareketi onu hep kızdırmıştı. Onun sevmemesine rağmen yapmasına engel olamadığı tek şeydi bu ve artık kızacak kimsede yoktu.

Kendini toplaması oldukça uzun sürmüş olmalıydı. Süreyi kestiremiyor ama bacak ve kollarında ki uyuşma hiçte az bir süre geçmediğini fark ettiriyordu. Ayağa kalkmak için başını kaldırdığında fıstık yeşili gözlü pamuk beyazı kedinin hala aynı yerde ve aynı ifadeyle ona baktığını fark etti. Tıpkı sadık bir dost gibi başında beklemişti sanki ve şimdi de ben buradayım merak etme bakışları fırlatıyordu. Ayağa kalktıktan sonra Fıstık'a yaptığı gibi ona da kolunu uzattı ve tırmanması için bekledi. Sanki ne yapması gerektiğini anlamış gibi yumuşacık tüyleriyle kucağına atlamıştı bir anda.

Köye gidip ilk bulduğu kahvehaneye oturmaya karar verdi. Yeni yol arkadaşı kucağında köyün girişine doğru yol olmaya başlamıştı ki; içinde inanılmaz bir geriye bakma isteği duydu. Sanki dönüp baktığında sandalye boş olmayacak ve biraz öce yaşadığı her şey silinecekmiş gibi umutla omzunun üstünden çeşmeye ve yanındaki sandalyeye kaçamak bir bakış attı. Ama ne sandalyede biri oturuyordu ne de o yaşadıkları ortadan kaybolmuştu. Adımlarını sıklaştırarak evlerin toplu şekilde bulunduğu, köyün meydanı olduğunu tahmin ettiği, yere doğru yürümeye devam etti. Sağlı sollu tek tük evlerin yanından geçerken açık kapı ve pencereler rahatlamasını sağlıyordu. Bazılarının içinden gelen konuşma ve çocuk gülüşmelerini bir halk türküsü gibi dinleyerek tıpkı tahmin ettiği gibi bir köy meydanına geldi. Maalesef hemen her Anadolu köyünde olduğu gibi kahvede sadece erkekler vardı ve üstündekilerle cinsiyeti birleştiğinde ona neden uzaydan gelmiş gibi baktıklarını anlamak çok da zor değildi. Ancak unuttuğu bir şeyi tam selam verip sandalyesine oturacakken fark etti. Duvardaki aynada dalgalanan yüzünün, yanaklarının ve gözlerinin ağlamaktan kıpkırmızı kesildiğini görünce bir kat daha rahatsız bir şekilde sandalyeye çöktü.

Anadolu’nun en sevdiği yanıydı insanların hoş sohbet ve cana yakın olması. “Ama şu anda değil” diye düşündü. Hemen diğer masada oturan yaşlarının oldukça ilerlemiş olduğunu kanıtlayan beyaz saçları ve derin kırışıklarla dolu yüzleriyle iki amca yanına geldi. Ne kadar kötü gözüküyordu ki böyle endişeyle hemencecik yanına gelmişlerdi. Utandığında ya da yalan söylemek zorunda kaldığında yanaklarının renk değiştirmesinden hep nefret etmişti ve şimdi yine aynı şeyi yaşıyordu. Adının Kamil olduğunu söyleyen amca kibarca sordu:

- İyi misin kızım? Bir şeyin yok ya...
- Yok, amca yorulmuşum sadece, biraz oturup nefes alayım dedim.

Diyerek geçiştirmeye çalıştıysa da Kamil Amca'nın yüzünde pek de ikna olmuş gibi bir ifade yoktu. Ancak yinede o toprakların öğrettiğine artık emin olduğu bir anlayışla daha fazla bir şey sormamış ve hemen çayını içmesi için rahat bırakmışlardı. Durmadan uzaklara dalıp giden gözlerine hâkim olmaya çalışarak kalabalıkta olmanın rahatlığını çıkartmaya çalıştı. Ancak kahvedeki herkesin onu izlediğini düşünmek buna hiç yardımcı olmuyordu. Yinede bugün bir daha yalnız kalamayacak kadar bitkin hissediyordu kendini. Her zaman yaptığı gibi köyde oda kiralayan birileri olup olmadığını sordu. Kahveden ne kadar hızlı ayrılırsa o kadar iyi olacağını düşünerek biraz önce tanıştığı Kamil Amca'nın teklifini kabul etti. Kalkarken kucağında olduğunu tamamen unuttuğu yeni fıstığı adeta kendisini hatırlatırcasına tatlı bir mırıltı çıkartmıştı. Bir an kahvede neden kimsenin bu tatlı kediye dikkat etmediği veya ev kedisi olmasına rağmen neden kimsenin tanımadığı tuhafına gitti. Ama söz konusu o olduğunda hiçbir şey çok tuhaf gelmiyordu artık.

Yine bir köy evinde ve ev halkının sıcak sohbetiyle bir akşam geçireceğini düşünüyordu. Her ne kadar bu akşam tek istediği kalabalık olduğunu bildiği bir evde uyumak olsa da akşam onu nelerin beklediğini tahmin etmesi hiç de zor olmuyordu. Ne zaman bir Anadolu kasabası veya köyünde kalsa sahne hemen hemen aynı oluyordu. Ev halkı etrafına toplanır çocuklar sürekli soran gözlerle onu süzerken büyüklerde ikramlarla birlikte bir muhabbet ortamı oluşturmaya çalışırlardı. Ama bu köy en başından beri sıra dışıydı. Evin en yaşlısı olan Kamil Amca eve gelir gelmez odasını göstermiş ve isterse hemen odasına çekilip dinlenebileceğini söylemişti. Her ne kadar kabalık etmek istemese de bu gece bir istisna yapmalıydı. Teşekkür ederek odasına çekildi.

Belli ki oda o gelmeden hazırlatılmıştı. Her yer tertemiz, yatak üzerindeki beyaz çarşaflar dümdüzdü ve mis gibi kokuyorlardı. Eve gelinceye kadar hava kararmıştı. Ancak odanın geniş penceresinden içeriye giren ay ışığı o kadar güçlüydü ki herhangi başka bir ışığa gerek kalmıyordu. Çantasını yatağın yanındaki komidinin önüne bıraktı. Üzerine değiştirmeden bu gecelik evi olacak odayı incelemeye başlamıştı. O sırada girişin yan tarafındaki ikinci kapıyı fark etti. Bir yandan kapıya doğru yürürken bir yandan da kendi evindeki özel banyosunu düşünüyordu. Ama bu böyle bir köy evi için fazla olur diye düşündü. Ancak kapıyı açtığında hem küçük bir şok geçirmiş hem de inanılmaz sevinmişti. Kendini göçebe hayatı yaşayanlar gibi kirli hissediyordu ve karşısında tertemiz, mermer kaplı küçük ama bir hamam da olması gereken ne varsa sahip olan banyoyu görünce pamuk şekercisinden yeni yapılmış şekerini almış bir çocuk kadar sevindiğini fark etti. Ne kadar kolay mutlu olabiliyordu insanoğlu. Buna hep şaşırmıştı. Hızlıca temiz kıyafetler hazırlayıp, üzerindekileri çıkartarak kendini özel hamamına attı. Sıcak su olup olmadığını hiç düşünmemişti. Ama hava zaten yeterince sıcaktı ve o da soğuk suya alışmıştı artık. Ama bu gece gerçekten şanslıydı hem sıcak su hem de temiz havlular hazırlanmıştı önceden. Güzelce temizlenip rahatladı. Artık derin ve dinlendirici bir uykuyu engelleyecek hiçbir şey kalmamıştı.

Banyodan dışarı çıktığında yeni arkadaşının yatağın üzerine kıvrılmış ona doğru bakmakta olduğunu gördü. Bir an onu da getirmiş olduğuna pişman olmuştu. O geçmişinden bir iz gibiydi bu yabancı köyde. Duyduğu pişmanlık bile canının yanmasına neden olmuştu. Yatağın yanına gidip bu geçmiş hatırlatıcısının yanına oturduğunda yatağın üzerine onun için bırakılmış gecelikleri gördü. Yöreye özgü, sıcak gecelerde insanı terletmeyen özel bir kumaştan yapılmış geceliği de severek kabul etti. Belli ki bu evin sakinleri misafirlerine çok önem veriyorlar ve gerçektende onlarla ilgileniyorlardı. Yeni geceliği üstünde yatağın üzerine uzandı.

Henüz bir ad vermemesine rağmen her seferinde tam fıstık diye çağıracakken vazgeçtiği yeni arkadaşı da yanına kıvrıldı. Beraber, odanın camından bulutsuz gökyüzündeki ay ve yıldızları seyrederken uyuya kaldılar. Gece boyunca rüyalar peşini bırakmadı. Rüyasında, sürekli olarak beyaz bir oda da uyanıyor ve odadaki yabancıların konuşmasını dinliyordu. Her defasında uyanıp yeniden uyuyor ve aynı şeyleri görüyordu.

Sabaha kadar yarı uyanık yarı uyku halinde geçen saatler birbirini kovalamıştı. Kalktığında gece boyunca sürekli olarak gördüğü aynı rüyaya rağmen bu kadar dinlenebildiği ve onu hiç rahatsız etmeyen ev sahipleri için ne kadar şanslı olduğunu düşündü. Artık güne hazırdı ve burada çok oyalanmadan ilk hedefi olan kaplıcalarıyla ünlü olan bir sonraki köyün yolunu tutabilirdi.

Kafasında şimdiden kahvaltı için yerler dönüp durmaya başlamıştı. Saatin erken olmasına rağmen dışarıdan gelen seslerden ev halkının kalkmış olduğunu tahmin ediyordu. Böylece güne erken başlayabilecek ve herkese teşekkür ederek bu konak gibi evden ayrılabilecekti. Tüm eşyalarını toplayarak üstünü değiştirdi. Çantasını aldıktan sonra bir şey unutmamak için son bir kez dönüp odayı kolaçan etti.

Yeni arkadaşı Pamuk ortalıklarda yoktu. Gece onu Pamuk diye çağırmaya karar vermişti. Muhtemelen o da erken kalkmış, sıkılmış ve bir şeyler yiyebilmek amacıyla esas sahibinin yanına gitmişti. Zaten o saate kadar yanında kalmış olması bile yeterince garipti. Ama yinede eski yeni arkadaşını özleyecekti.

Odasından dışarı kafasını uzattığı anda temiz hava yüzüne çarptı. Klasik bir Anadolu sabahı diye düşündü. Hep sevmişti serin ve temiz sabahları. Yaza rağmen hava soğuk bile sayılabilirdi. Akşam karanlıkta ne kadar büyük olduğunu fark etmemiş olduğu orta avluya çıktı. Neredeyse tüm ev halkı oradaydı. Çantasını bir duvara yaslayarak ev halkına doğru yürümeye başladı. Evin tüm kadınları ve erkekler oradaydı. Ama Kamil Amca'nın orada olmadığını hemen fark etti. Şimdi nezaketen onu beklemek zorunda kalacağım diye düşündü ve bu düşüncesi yine tepeden tırnağa kızarmasına yetti. Tüm çabalarına rağmen, ev halkı kahvaltının hemen hazır olacağını ve onlara katılması konusunda çok ısrarcıydılar. O da nasıl olsa beklemek zorundayım diyerek çok fazla direnmemişti.

Tam kahvaltıya oturmuşlardı ki, evin kapısı çalındı. Cılız, bir deri bir kemik denebilecek kadar zayıf olan evin en küçük gelini kapıya doğru fırladı. Kendinden beklenmeyecek kadar hızlı ve çevikti. Arkadan bakıldığında sanki kırılacak bir bibloya benziyordu. Kapıdaki Kamil Amca'ydı. Onu gördüğüne sevinmiş ve onunla birlikte evdeki tüm yüzler birden yabancılaşmıştı. Güler yüzlü değildi ama yüzünde ve bakışlarında bir şefkat vardı. Hüzünse bu topraklardaki neredeyse tüm yaşlıların yüzünden okunabiliyordu, tıpkı onda da olduğu gibi. Evde onun yaşlarında bir kadın dikkatini çekmemişti. Eşi ölmüş olmalı diye düşündü. Bir anda ona biraz daha acıdığını fark etti. Şu kızarma huyundan bir an önce kurtulmalıyım diye geçirdi içinden. Kamil Amca'nın tanımadığı eşinin ölmüş olmasını düşünmesi bile kızarmasına yetiyorsa, bu pekte iyi bir özellik sayılmazdı.

Kahvaltısı bittikten sonra daha çok görecek yeri olduğunu söyleyerek her şey için teşekkür edip o gece ki sıcak ve emin yuvasından ayrıldı. Tekrar yollara koyulmadan önce Kamil Amca'yla biraz daha konuşmak ve yakından tanımak istiyordu. Ancak eğer kalırsa tembellik yapmaya başlayacak ve yapmak için yola çıktığı şeyi yapamayacaktı: hiç durmadan gezmek. Kamil Amca sanki bu hisleri anlamış gibi, "Hadi köyün çıkışına kadar sana eşlik edeyim, hem yolda da sohbet ederiz" dedi.

Yola çıktıklarında o hiç bir şey sormadan Kamil Amca anlatmaya başladı. Evliliğinden, eşinin beraber mutlu geçen 20 yıldan sonra hiç bir şey söylemeden kısa bir not bırakarak onu terk ettiğinden başlamıştı anlatmaya. Karısının son dönemlerde kimseyle konuşmadığından, hatta varlıklarından haberdar değilmiş gibi davrandığından bahsetmişti. Öğrendiklerinden sonra, sabah düşündükleri bir kez daha aklına geldi ve yine kızarmasına neden oldu. Köyün çıkışına kadar Kamil Amca anlattı o dinledi. Elini sıkmakla yetindi bu yaşlı adamın ayrılırken.

Patika yolda yürümeye başladığında güneş neredeyse tepeye varmış, öğlen olmuştu. Kurak ve çorak arazi yavaş yavaş yeşil ve ağaçlıklı bir alana dönüşmeye başlamıştı. Patika ağaçların arasında kıvrıla kıvrıla ilerlerken hayatı geriye doğru akıyordu. Yine yalnız kalmıştı ve eskiye dönüş yeniden ve alabildiğince hızlıca geri gelmişti. Hastane yatağında yatarken o beyaz soğuk odadan uzaklaşmak için gözlerini kapayıp hayaller kurardı. Aynen böyle bir patikada onunla kol kola yürürdü saatlerce. Kapalı gözlerine rağmen gülümsemesi durumunu pek iyileştirmiyordu aslında. Bunun o da farkındaydı. Ama bir önemi yoktu nasılsa. Asıl önemli olan onunla olmaktı, o beyaz, soğuk odadan başka bir yerlerde.

Patika gitgide kayboluyor. Etraftaki yeşil örtü ise yükseliyordu. Korkmasına rağmen ayılmak istemediği eski anıları gündüz düşerli gibi akıyordu gözlerinin önünden. Kâbuslara döneceğinden korkuyor ama onca senden sonra anı, düş, hayal her neyse yeniden onunla olmak güzel ve zevkliydi. Tek kişilik patikada kâh o önden gidip elinden tutup çekiyordu, kâh o. Her şeye rağmen onunla olmak güzeldi ve anılardan sıyrılıp günümüze gelmek istemiyordu. Araç kullananların gözler açık olarak yaşadığı uyku halinde gibi ilerlemişti patikada, otonom bir şekilde. Etrafından nelerin geçtiği, ne süredir yürüdüğü tam bir muammaydı.

Akşam olmak üzereydi ve herhangi bir yerleşim yeri gözükmüyordu yakınlarda. Uyku tulumunu çıkartmanın vakti diye düşündü. Tüm malzemelerini hazırlayıp bir ağacın çimlerle kaplı altına yerleşti. Sanki bir daireden diğerine taşınırmış gibi özenle. Geceyi daha önceleri de dışarıda geçirmişti. Ama şimdi yalnızdı ve son günlerde yaşadıkları bu yalnızlığı pekte kolaylaştırmıyordu. Uyku tulumunun içine girip fermuarını neredeyse başına kadar çekti. Boşlukta birine sarılırmış gibi yan dönüp yeniden hayalle rüya arasında karışık bir şekilde uykuya daldı. Uyanmak istemeyeceği rüyaların umuduydu uykuya dalmadan önceki hatırlayabildiği son istediği.

Uyandı… Üşüdüğünü, titreyecek kadar üşüdüğünü hissederek uyandı. Gözleri kamaşmıştı bir anda. Her yer bembeyaz gelmişti. Üzerindekiler, uyku tulumu, yer, ağaçlar, dün akşam olmadan etrafında yükselmesinden pek de hoşnut olmadığı başaklar bile bembeyaz duvarlar gibi gözüküyordu. Duvarlar..?

Hızlıca doğruldu. Bileklerindeki acı yeniden geri, yattığı yere dönmesine neden olmuştu. Baş tarafındaki sandalyede oturan odanın beyazlığı içinde kaybolmuş yaşlı adamla yüz yüze geldi başını çevirdiğinde. Kucağındaki kedi garip bir şekilde ona bakıyordu. Odada beyaz olmayan tek şey o diye düşündü bir an. Bu hayalden de sıyrılabilirim diye düşündü ve gözlerini yumdu sıkıca. Açtığında beyaz tavan ve duvarlar hala oradaydı. Kapattı yeniden gözlerini açmaya korkarak. Bu ya uyandığında bitecek bir kâbus olmalıydı ya da son günlerde yaşadığı şokların geri getirdiği geçici bir sıkıntı. Hem tanıdık hem de yabancı bir ses gözlerini açmasını telkin ediyordu. İstemeyerekte olsa bu telkine boyun eğdi.

Gözlerini açtığında beyaz önlüklü elleri cebinde olan yaşının epey ilerlemiş olduğu her halinden belli olan biri karşısında duruyordu. "Ne harika," diye düşündü, "insana aklını kaçırtmak için bire bir bir yer." Her yer gibi doktorda bembeyaz gözüküyordu. Bir tek gözleri bunu bozuyordu. Etrafındaki seslerden, görüntülerden sıyrılmak için yeniden gözlerini kapattı. Beyaz önlüklü adam sandalyedeki yaşlı adama, “Maalesef kızınızın durumu her geçen gün daha kötüye gidiyor. İlaç tedavisi de işe yaramadı” diye anlatırken tüm sesler bir anda kesildi. Bir daha açmak istemediği gözlerini kapatırken, sandalyedeki yaşlı adama, çeşmenin başındaki yüzü derin çizgi ve çatlaklarla dolu olan adama, son kez sakince baktı. Gözlerini tekrar açtığında, tanıdığı herkesin kaybolduğu, kendi kendine bulduğu çıkış yolu olan hayatına geri dönmüştü. Tam bir yabancı olarak…

Yorumlar

  1. Erkan,

    Yazdıkların bana,hayatıma o kadar çok dokundu ki bunu nasıl başardığını düşündürttü kendime...Ve hatta bir ara kendimi bir psikolojik gerilim filminin olanlardan ve olacaklardan bir haber kadın kahramanı gibi hissettim.!!!

    Sanırım yazıyı tekrar tekrar okuyacağım ve sanırım kendime tekrar tekrar abartıyorsun ,bu sadece tesadüf diyeceğim...

    Ellerine sağlık!!!

    Mutlu Kal...

    YanıtlaSil
  2. Sonuu böyle bitmemeliydi gibi geldi bana...:(

    Çok beğendim zaten senin yazım şeklini ve bakış açını ayrıca çok seviyorum ..

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Fikriniz varsa buradan buyurun...

Bu blogdaki popüler yayınlar

Belki üstümüzden bir kuş geçer

Uzunca zamandır okuyorum. Hem de oldukça fazla. Okuduklarından bende yer edenlerin sayısı çok fazla değil. Bir yazarın belki onlarca eserini okuyor ama içlerinden bir tanesine tav oluyorum. Yüzlerce sayfalık bir şiir kitabından bazen sadece bir tane şiir çıkıyor; acaba benim anladığımı mı yazmış şair dediğim. Ya da bir kitabın bir tek cümlesi beni mest etse yetiyor bana. Uzunca zamandır müzik de dinliyorum. Çok farklı şeyler değil. Ama yinede arada yakaladığım bana özel şeyler de oluyor. Bir şarkının tek bir cümlesi ya da tüm albümdeki tek bir melodi beni alıp götürebiliyor çok uzaklara. Dün aklıma gelmemişti adı Yüksek Sadakat'in "Belki üstümüzden bir kuş geçer" şarkısının. Grup çok başarılı mı? Bence değil. Ama öyle birkaç şarkısı var ki; eh be adam nasıl yazdın bunları dedirtiyor. Gül renginde gün doğarken Boğazdan gemiler usulca geçerken Gel çıkalım bu şehirden Ağaçlar,gökyüzü ve toprak uyurken Dolaşalım kumsallarda Çılgın kalabalık artık uzaklarda Yorulu

"Allahumme ecirna min şerri siyaset"*

*Baştan söyleyeyim başlıktaki söz; "Allah'ım beni siyasetin şerrinden koru" anlamına geliyor ve koca bir külliyata imza atmış Said Nursi'ye atfediliyor. Ortam o kadar kirlendi ki, artık görüş açıklamaktan çekinir oldum. Geçmişim ortada. Sempati duyduklarım da eleştirdiklerim de... Orta bir yol tutturmaya çalışırken desteklediklerim de karşı çıktıklarım da burada yazılı olarak duruyor. FEM’e gittiğim, ilk üniversite yılımda "hizmetin" yurdunda kaldığım da geçmişimin bir parçası. Bir dönem destekçileri olduğum da... Hatta eleştirilerimin tamamını kapalı kapılar ardında yapıp, partizancasına savunduğum dönemleri de hatırlıyordur arkadaşlarım. Bu nedenle "hizmet" denilen olgunun ne olduğunu az çok bildiğimi düşünürüm. Hatta bir dönem içlerindeki hemen herkesin halisane bir şekilde çalıştığına da bizzat şahidim. Ancak o dönem o kadar kısa sürdü ki... Eminim şu an bile deli gibi memleket ve din adına çalışan, ne yapıyorsa bu uğurda yaptığını düşünen bi

Zamanı eğip, bükmek

Zaman, fiziki boyutların sanal olan dördüncüsü, elle tutulamayan. Zaman, içinde olayların ardı ardına gerçekleştiği boyut… Bilim adamlarına göre, aynen ışığın bükülebilmesi gibi zaman da eğrilip, bükülebilir ve eğer doğru koşullar gerçekleşirse yani yeterli hız yakalanırsa önce geleceğe ve daha sonra da geçmişe sıçramak mümkün olabilir. Bunu zaman yolculuğu gibi basit kavramlarla karıştırmayın. Bu şu “an” ın da içinde olduğu bir kavram. Öyleyse ne demek bu? Bu soruya cevap verebileceğimi pek sanmıyorum, haddime de değil zaten. Ama bu soru etrafında dolaşıldığında dahi çok farklı yerlere çıkan kapılar bulabiliyor insan. Çok sevdiğim bir çizgi dizide bir keşiş (“Avatar”) hava, su, toprak ve ateşi bükebiliyordu. Tüm dünyayı kurtaracak kişi olan keşişin bile zaman üzerinde böyle bir gücü yoktu. Sonra “Matrix” ve “Neo” var. Ancak o da olaylara hükmeder gibiydi, zamana değil ya da ben öyle algılamıştım. “Aslında bir kaşık yoktu!” ve “Kırmızılı kadın da bir ajandı.” değil mi? Ya “Hiro” iç