Ana içeriğe atla

15 Temmuz 2016

Başka ne başlık atılabilir ki! Henüz o gün ve sonrasında yaşananların ne olduğunu kimse bilmiyor. Kafamda sayısız, sınırsız sorular dolaşıyor.

15 Temmuz 2016 günü ben "kutsal topraklar"da yani Rize'deyken, akşamın ilerleyen saatlerinde üniversiteden arkadaşım, İsmail, aradı. Seyretmediğim malum olmuş. "Hemen haber kanalını aç neler olduğuna bak. Asker köprüleri kapatmış. Muhtemelen darbe yapıyorlar." dedi. Sessiz sakin bir şekilde karşıladım ve aşağıdaki cümlenin aynısını kendisine de söyledim.


O sıralar daha kimse ne olduğunu anlayamamıştı. Henüz aşağıdaki açıklama da yapılmamıştı ve önce "kalkışma" sonra "darbe girişimi" olarak adlandırılan olaylar henüz başlangıç aşamasındaydı.



İşin rengi belli olmaya başladığında; hala anlam veremediğim olayların sabaha çıkmayacağı, en kötü ihtimalle hafta başını bulmayacağına inanıyor ve etrafımdaki herkesi de inandırmaya çalışıyordum.

Sonra bir bir siyasiler, Başbakan, Cumhurbaşkanı ve diğerleri ekranlarda boy göstermeye başladılar. Ulusal kanallar hala kendi yayınlarına devam ediyor ve hiçbir şey olmamış gibi davranıyorlardı. Bir süre sonra her şey değişmeye başladı. Cumhur'un başı tüm halkı meydanlara çağırdı. Bu halk -Ak Parti seçmenleri değil- çağrıyı aldı ve sokakları doldurdu. Ancak sokaklara çıkanlar bu çağrılardan çok daha önce bazı kahramanların çoktan tankların ve askerlerin karşısına dikilmiş olduğunu gördü. Önden gidenler öyle şimdiki gibi "eğlence" için değil tam olarak direnmek, ülkesini, milletini korumak için sokaktaydılar.

Sonra haberlerin rengi yeniden değişmeğe başladı. Uçak ve helikopterlerin bu "akılsız", "mantıksız" ve "ruhsuz" kalkışmaya katıldığına dair haberler ve görüntüler gelemeye başladı. Kimi yerlerde tanklar, uçaklar, helikopterler halkın, polisin ve ertesi gün "cuntacıların" dahi kendilerini onaylatmak için muhtaç olacağı meclisin üzerine ateş açıyorlardı.

İlk olarak bu hissi yaşadığımda henüz çocuk yaştaydım ve dünya ilk defa bir savaşı, 1. Körfez Savaşı'nı, canlı yayında izliyordu. O zamanlar yayınlanan görüntülerde "hiçbir" şeyi karartmıyorlardı! Ölümler ekrandan evin içine doluyordu. Şimdi canım ülkemin üzerinde "bizim" deyip bağrımıza bastığımız insanlar tarafından oynanan bu savaş oyununu da kanlı canlı bir şekilde izliyorduk. Eli kolu bağlı oturmak insanı nasıl da rahatsız ediyor!

O gece en takdir ettiğim ve sonrasında olayın daha da güzelleştiğini öğrendiğim bir çağrı geldi. Mehmet Görmez Hoca tüm kanallardan diyanet görevlilerini, camileri vatandaşa ardına kadar açmaya ve minarelerden sela seslerini susturmamaya çağırdı. Bu çağrısı biz taşradaki insanlara dahi ulaştı. Sonradan öğrendik ki bu çağrı Irak, Kıbrıs, Bosna v.b. birçok yerde karşılık bulmuş.

Televizyon kanallarına, belediye ve vilayet yönetimlerine, köprülere, hava meydanlarına, hatta küçük mahalle karakollarına bile asker kıyafetli teröristler tarafından saldırıldığı haberleri geliyordu. Ankara - Gölbaşı'nda bulunan merkezde topyekûn bir savaş vardı. Türksat, Türk Telekom gibi haberleşmenin kalbi olan yerlere tank ve helikopterlerle saldırılıyor, ele geçmeyecek gibi olunca yok etmek istercesine vuruluyorlardı.

Darbenin başlangıcında MİT ve GK olaylardan saatlerce önce konuyu biliyor ama yeterli önlemi al(a)mıyorlardı. Ülkenin yönetimi -dış güçlerle savaş halinde olsak dahi- kesilmemesi gereken iletişimden yoksun kalıyor, ne sivil ne askeri idare kendi aralarında dahi iletişim kuramıyordu.

Tüm olanlara rağmen işin rengi bir kez daha değişiyor; Halk meydanı bu itlere bırakmıyordu. 15 Temmuz 2016 gecesinde ve sonrasında 246 kişi şehit oldu. Binlercesi yaralandı. Ama bu halk kazandı. Ne oldukları, kim ya da kimden oldukları belli olmayanların bir bir teslim alınma haberleri gelmeğe başladı. Peşinden de darbe karşıtlarının sayısı artmaya başladı! Hepsi televizyonlarda boy göstermeye başladılar.

Geldiğimiz noktada at izi it izine karışmış durumda. Herkesin cemaat ya da şimdinin moda tabiri ile "FETÖ" tarafından yapıldığını söylediği bir katliam ile karşı karşıya kaldık. İnsanlarımız öldürüldü. Meclis binamız bombalandı. Cumhurbaşkanımıza suikast düzenlendi. Ülkenin güvenlik kurumları karşı karşıya getirilmeye çalışıldı. Günler sonra insanlar hala meydanlarda nöbet tutuyor, sivil iş makinaları askeri birliklerin kapılarında barikat olarak bekletiliyor. Devlet bir kez daha safra atmaya çalışıyor. Elli bine -50.000- yakın kişi görevden alınıyor. On binlerce -10.000- kişi gözaltında, ordunun üst düzey komutanlarının üçte biri tutuklandı. İçlerinde hastane, okul, yurt, gazete, televizyon ve bankaların da bulunduğu yüzlerce kurum kapatıldı ya da el konuldu. Artık bir OHAL'imiz var! Pekala söyler misiniz düne kadar bu ülkede asker göreve diye nağra atanlar sadece bugün hedefte olanlar mıydı?

Başta da dediğim gibi kafamda sayısız, sınırsız sorular var. Çok defa ne Ergenekon'un ne de Balyoz davalarının gereksiz olmadığını ama bunlara bir örgüt demenin zor olduğunu söylemiştim. Bunların bir zihin yapısı, düşünce dünyası olduklarını defalarca dile getirmiş ve bunları mahkeme salonlarında yargılamanın zorluğuna işaret etmiştim. Ne de olsa "Düşünceler hapsedilemez!" Hala hatalı olduğunu düşündüğüm bir şekilde geçmişte yaptıkları tüm yanlışlara rağmen "masum" ilan edildiler. Malesef toplum hafızası o kadar zayıf ki şu günlerde yaşadığımız şeyin; Balyoz davasında itiraf edilen ve tüm katılımcılar tarafından kabul edilen planın ucuz bir kopyası olduğu gözümüzden kaçıyor.

Nasıl ki Ergenekon ve Balyoz süreçlerinde hatalar yaptıysak. Şimdi de cemaat mensupları ülkeden -devlet ya da özel kurumlardan değil- ayıklanmaya çalışılırken aynı hatalara düşülmesinden endişe duyuyorum. Bu süreç o kadar alelade bir şekilde, ne psikolojik ne de sosyolojik boyutları düşünülmeden, yapılıyor ki aynı Ergenekon ve Balyoz sanıklarında olduğu gibi hukuksal beraatlere yol açmasa da toplumun yapısında ve zihin dünyasında onulmaz hasarlar bırakabileceği konusunda ciddi endişelerim var. İster bu hastalıklı kafaların kendileri açısından, ister birinci derece yakınları isterseniz de "düşmanları" açısından düşünün; her durumda da bu süreç çok dikkatli yönetilmediğinde onulmaz hatalara gebe bir süreç.

Adalet Bakanı Bekir Bozdağ "artık bu FETÖ'cüler ile birlikte yaşama imkânımız kalmamıştır" derken bu sorunları da göz önüne alıyor mudur? Darbeye hepimiz karşıyız ancak baştan kabul edilmiş bir hükümle incelediğimizde arada gözden kaçabilecek çok daha büyük sorunları göz önüne alıyor muyuz?

Kafamda sayısız, sınırsız sorular var ve hiçbirine kendi cevabım olmadığı gibi başkalarının da cevap verdiği yok! Bir tek şeyden eminim: Eline silah almış ve bunu kendi halkına doğrultmuş herkesten bunun hesabını en ağır şekilde sormalıyız. İbreti âlem olsun diye tüm yargılamalarını, hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde canlı yayında yapmalıyız. Ancak bunu yaparken kılı kırk yarmak zorundayız.

Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi bir başkasına yapma ve ADALETİ titizlikle ayakta tut. Hepsi bu...

Son sözler Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç’ten gelsin… İster dünün muktedir ve mağrurları ister bugünün galip ve kibirlileri üzerine alınsın…

"İktidara gelirseniz, hal ve hareketlerinize dikkat edin. Kibirli olmayın, kendini beğenmişlik etmeyin. Size ait olmayan şeyleri almayın, güçsüzlere yardım edin ve ahlak kurallarına uyun. Unutmayın ki sonsuz iktidar yoktur. Her iktidar geçicidir ve herkes, er veya geç, önce milletin ve nihayet Allah'ın önüne hesap verecektir."

"Bir kelimeyi hiç aklınızdan çıkarmayın: Devlet. Devletin ne kadar önemli olduğunu hepimiz idrak etmeliyiz. Devletsiz bir millet boşluğa düşer, rüzgârda savrulup gider."

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Zamanı eğip, bükmek

Zaman, fiziki boyutların sanal olan dördüncüsü, elle tutulamayan. Zaman, içinde olayların ardı ardına gerçekleştiği boyut… Bilim adamlarına göre, aynen ışığın bükülebilmesi gibi zaman da eğrilip, bükülebilir ve eğer doğru koşullar gerçekleşirse yani yeterli hız yakalanırsa önce geleceğe ve daha sonra da geçmişe sıçramak mümkün olabilir. Bunu zaman yolculuğu gibi basit kavramlarla karıştırmayın. Bu şu “an” ın da içinde olduğu bir kavram. Öyleyse ne demek bu? Bu soruya cevap verebileceğimi pek sanmıyorum, haddime de değil zaten. Ama bu soru etrafında dolaşıldığında dahi çok farklı yerlere çıkan kapılar bulabiliyor insan. Çok sevdiğim bir çizgi dizide bir keşiş (“Avatar”) hava, su, toprak ve ateşi bükebiliyordu. Tüm dünyayı kurtaracak kişi olan keşişin bile zaman üzerinde böyle bir gücü yoktu. Sonra “Matrix” ve “Neo” var. Ancak o da olaylara hükmeder gibiydi, zamana değil ya da ben öyle algılamıştım. “Aslında bir kaşık yoktu!” ve “Kırmızılı kadın da bir ajandı.” değil mi? Ya “Hiro” iç

Belki üstümüzden bir kuş geçer

Uzunca zamandır okuyorum. Hem de oldukça fazla. Okuduklarından bende yer edenlerin sayısı çok fazla değil. Bir yazarın belki onlarca eserini okuyor ama içlerinden bir tanesine tav oluyorum. Yüzlerce sayfalık bir şiir kitabından bazen sadece bir tane şiir çıkıyor; acaba benim anladığımı mı yazmış şair dediğim. Ya da bir kitabın bir tek cümlesi beni mest etse yetiyor bana. Uzunca zamandır müzik de dinliyorum. Çok farklı şeyler değil. Ama yinede arada yakaladığım bana özel şeyler de oluyor. Bir şarkının tek bir cümlesi ya da tüm albümdeki tek bir melodi beni alıp götürebiliyor çok uzaklara. Dün aklıma gelmemişti adı Yüksek Sadakat'in "Belki üstümüzden bir kuş geçer" şarkısının. Grup çok başarılı mı? Bence değil. Ama öyle birkaç şarkısı var ki; eh be adam nasıl yazdın bunları dedirtiyor. Gül renginde gün doğarken Boğazdan gemiler usulca geçerken Gel çıkalım bu şehirden Ağaçlar,gökyüzü ve toprak uyurken Dolaşalım kumsallarda Çılgın kalabalık artık uzaklarda Yorulu

"Allahumme ecirna min şerri siyaset"*

*Baştan söyleyeyim başlıktaki söz; "Allah'ım beni siyasetin şerrinden koru" anlamına geliyor ve koca bir külliyata imza atmış Said Nursi'ye atfediliyor. Ortam o kadar kirlendi ki, artık görüş açıklamaktan çekinir oldum. Geçmişim ortada. Sempati duyduklarım da eleştirdiklerim de... Orta bir yol tutturmaya çalışırken desteklediklerim de karşı çıktıklarım da burada yazılı olarak duruyor. FEM’e gittiğim, ilk üniversite yılımda "hizmetin" yurdunda kaldığım da geçmişimin bir parçası. Bir dönem destekçileri olduğum da... Hatta eleştirilerimin tamamını kapalı kapılar ardında yapıp, partizancasına savunduğum dönemleri de hatırlıyordur arkadaşlarım. Bu nedenle "hizmet" denilen olgunun ne olduğunu az çok bildiğimi düşünürüm. Hatta bir dönem içlerindeki hemen herkesin halisane bir şekilde çalıştığına da bizzat şahidim. Ancak o dönem o kadar kısa sürdü ki... Eminim şu an bile deli gibi memleket ve din adına çalışan, ne yapıyorsa bu uğurda yaptığını düşünen bi