Ana içeriğe atla

Yobaz (Yalan İki)

Evden çıktım ve her zamanki gibi, çocukluğumda öğretildiğim şeyi tekrarladım; önce sağıma sonra soluma baktım. Bu kez her zamankinden uzun… Evin basamaklarında durduğumda sağ tarafta, kendimi bildim bileli orada olan ve görüşümü engelleyip, her daim beni rahatsız eden duvarın yerinde olmadığını fark ettim. “Görüşüme duvar örmüştü eski sahipleri ama keşke onlar geri gelse de duvarlarını ben örsem” dedim. Önceki sene sol yanımızdaki çökmek üzere olan evin girişini çevirdikleri demir bariyerleri de kaldırmışlardı. O bariyerler benimle birlikte sanki tüm semti çevreliyorlardı. Sokak kapısından her çıkışımda, tam da açık havaya çıkarken, başıma geçirilmiş ve görüşümü kısıtlayan at gözlükleri gibi görürdüm o engelleri. Sanki önce sağıma ve sonra soluma bakıp ilk anda sokağımı göremediğimde kendimi hazır hissetmezdim çıkıp dolaşmaya. Bugün bu nedenle biraz daha uzun bir süre, önce sağımda olmadığına şükrettiğim duvarı aşarak baktım ve selam verdim o tarafa doğru.

Sokak uzunca bir zamandır olduğu gibi sessiz ve sakindi. Öyleki taşınanların yokluğu sokağın sağ tarafındaki perdesiz camlardan haykırıyordu kendini. Ne garip! Evlerin içini görmenizi engelleyen perdeleridir, fakat aynı perdeler evlerin içinde yaşayanların olduğunu fısıldar. İçeriyi görmenizi engellerler ve fakat merak etmeyin burada birileri var diye de bildirirler. Oysa sokağın sağ tarafındaki evlerin pencerelerinde artık ne perdeler ne de tüller var içeriyi görmemi engelleyen. Onların olmayışı sokağımın o yanındaki evlerin boşluğunu daha bir sertleştiriyor. “Bir şeyin varlığı fısıldar ya bazen, bazen bir şeyin olmayışı çığlık çığlığa haykırır yoklukları” diye geçiriyorum içimden. Duvarlar geri gelse keşke, keşke perdeler çekili olsa yeniden pencerelere de evlerin içindekiler de onlarla geri gelseler… Keşke perdeler pencerelere duvar olsa da içeridekileri var etse yeniden… 

Otonom bir hareketle sol tarafa doğru çeviriyorum başımı. Görüşümü engelleyen bariyerlerin yokluğuna orada da şükrediyorum. Ne güzel diyorum içimden, engelsiz bir dünya! Göremeyen gözleri engelli sayan açık ama görmeyen gözler şöyle bir belirip kayboluyor zihnimden. “Körler” deyip geçiyorum. Gözlerimi bu sefer bilinçli olarak biraz daha uzaklara çeviriyorum. Zira yakınlardaki yıkılmışlık, yokluk ve terk edilmişlik her zaman canımı sıkıyor. “Yan evimde oturan Rum abla-kardeş yerlerinde olsalar da yine süt, ekmek alsam onlara keşke” diye geçiyor içimden. “Siz olmadan hayat daha özgür değil! Siz olmadan eviniz ev, mahallemiz mahalle değil!” Karşıdaki poğaçacılar da marangoz da yok. Köşedeki bakkalımız da taşınalı epey bir zaman oldu. 

“Selam olsun gidenlere de kalanlara da…” diyerek yola koyuluyorum. “Bu sefer ne tarafa yönelsem? Hangi güzergâh şahitlik etse bana bu sefer?” Cevap olarak içimdeki ses “yol,” diyor “nereye götürürse...”


* * *


Ne kadar uzun zaman olmuş Fener’de, semtimde, dolaşmaya çıkmayalı. Oysa her sabah buradan gidiyorum işe ve her akşam yine buraya dönüyorum. Onlarca sene bu çevrede okuduğum okullara bu yollardan gidip geldim. İlk olarak çalışmaya başladığım matbaaya, kuyumcuya ve ta Pangaltı’da tezgahtarlık yaptığım mağazalara bu yollardan yürüdüm. Gittim ve döndüm!

Bunları düşünürken bir yandan da ayaklarımın alıştığı rotada yürümeye devam ediyorum. Hedefi sanki ayaklarım belirliyor. Karşımızdaki kıvrıla kıvrıla ilerleyen incecik sokakta ayak seslerim yankılanıyor. Akşamları sessizlik semtin karakteri olmuş durumda. Israrla sokak kapısının önünde muhabbet etme geleneğini sürdüren birkaç komşunun yanından başımla selamlayarak geçiyorum. Aramızda sessiz bir anlaşma var. Adını hatırlamadığım komşu teyze bir kez daha selam gönderiyor anneme, alıyorum bilmukabele. İncebel, sol yanında yükselen Patrikhane duvarıyla var sanki. Az sonra uzun zamandır has mekânım olmuş Abdi Subaşı’nın merdivenleri önünde duruyorum. Henüz kimseler gelmemiş. Hatta eline geçen her şansta biraz erken gelinse ne kadar çok şey anlatabileceğinden dem vuran ev sahibimiz dahi yok!

Haliç’e bir tepenin üzerinden bakıyor mekân. Önünde hiçbir engel yok. Komşu, alt tarafta Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi yol boyunca uzanıyor. Onu çevreleyen duvarın üzerindeki demir parmaklıklar, dikenli teller ve kameralar ne çocukluğumda ne de gençliğimde yoktu. Biz mi daha hoşgörülüydük yoksa onlar mı daha az korkuyorlardı bilinmez. Ama bu hali hiç güzel değil. Çok geçmeden tanıdık yüzler gelmeye ve yerlerini almaya başlıyor. İşte Abdi Subaşı’ndaki ev sahibimiz de geldi. Bu sene biraz daha mı kalabalık ne? Tanımadığım birçok insan da var içlerinde. Aynı rutin ile başlayıp, devam edip sonlanıyor gece. Açılış! Sağa ve sola bir selam ile kapanış.


* * *


Bir önceki gece Süleymaniye’den başladığım, sonra Çağlayan Çarşı’da devam ettiğim yol dün Abdi Subaşı’na götürmüştü beni. Bu gece yine sağlı sollu bir selam ile çıkıyorum evden. Biraz uzaklaştıktan sonra başımı kaldırıp bakıyorum; bu merdivenler daha önce de burada mıydı? Halbuki az mı geçtim bu sokaktan… Muhtarımız senelerce bu sokaktaki marangoz atölyesinin üst katında hizmet vermişti. Sahi artık o da taşındı buralardan. Bir semtin muhtarı da terk edip giderse kim kalır ki geriye! 

Merdivenlerden yukarı doğru tırmanıyorum. Gecenin bu saatinde sokakta maç yapan çocuklar geçmişi çağrıştırıyor. “Çocukluğumda peşinden koştuğumuz plastik toplar ne ilginç şeylerdi! Çoğunlukla hedeflediğiniz yere değil canı nereye gitmek isterse oraya savrulurdu. Ama şimdinin gürültülü patırtılı koşturmacasından da bir o kadar uzaktı.”

Düşüncelerimi dağıtan, yapılış tarihini okuyamadığım bir binanın önünden geçiyorum. O kadar uzun süredir buradaki onarım tarihine bile yetişmiyor yaşım. Dış duvarları yorgun. Camlarındaki toz ve buğu ile biraz hüzünlü ama canlı. İçeriden ışık sızıyor. Bu akşamki durağım burası diyorum. Tabeladaki isme takılıyor gözüm; Tevkii Cafer, mahallemin adı, Balat mahallesi olmadan önceki ismi… Onca zamandır burada olduğundan haberim yoktu desem çok mu fazla kaçar?

İnce dar bir koridor gibi olan avludan içeri doğru süzülüyorum. Bahçesindeki mezar taşları ve avlu duvarı, dışarıya göre daha bakımlı. Hatta tertemiz. Avluyu dolduracak, erken gelmiş olmanın rahatlığıyla kurulacak sohbet guruplarını arıyor gözlerim. Yok! Kulak kesiliyorum belki bir köşeye çekilmişlerdir diye. Yok! Hiç ses yok. Tam bir mezarlık sessizliği hâkim! 

İçeri doğru yöneliyorum birilerini bulma ümidiyle. Neyse ki iskemlesinde sessiz sakin, mahmur bir şekilde oturan bir amca var. Dış duvarın üzerinden gördüğüm yaşam belirtisi ışık sanki onun varlığından kaynaklanıyor. Az sonra hocamız giriyor içeriye. Göz göze geliyor ve selamlaşıyoruz. Bana mı öyle geldi bilmiyorum. Ancak beni gördüğünde sanki bir tebessüm yayılıyor yüzüne. Sessizce görüş alış verişinde bulunuyoruz. Halinden anlıyorum, halimden anlıyor! Avlu da camii de sessiz ve tenha… Ben ona cemaat o bana imam oluyor. 

Buranın yalnızlığı içimi burkuyor. Bina etrafına hüzün saçıyor sanki… Niyetleniyorum; “Bu ay boyunca her akşam bunu tekrarlayacağım. Her akşam farklı bir mekânı keşfedecek ve orada kıyamda duracağım.” Gece sessiz sedasız ilerliyor ve aynı şekilde kapanıyor, önce sağa sonra sola selam ile…


* * *


Sonraki akşam Tevkii Cafer’in karşı binası, Cafer Ağa, ev sahipliği yapıyor kendi bölgesine yabancı kalmış bana. Burası biraz daha bakımlı ve içerisi biraz daha kalabalık… Oturmadan önce tanıdık yüzler araştırıyorum. Yok! Ama içerisi alabildiğine dolu… Ancak burada beni içine almayan bir hava var. Komşu camiinin dünkü tenhalığı içime işlemiş olacak. Sanki yabancı gibiyim! Biri gelsin omzuma dokunsun ve “Burada yabancı yoktur evlat” desin diye bekliyorum. Ama ne omzuma dokunan var ne de seslenen. Aralardaki boşluklardan önlere doğru ilerliyorum. Bir yer bulup oturuyorum. Sohbet ilerliyor ama ben duymuyorum. “Neden,” diyorum “birlikteliklerimizde dahi bu bölünmüşlük? Bir tarafta birleşir, kalabalıklaşırken öteki tarafı ne kadar tenha bırakıyoruz!” Cevabı bulamıyorum! 

Tüm vakit boyunca duvarda eğik duran sarkaçlı saat dikkatimi dağıtıyor. Gece sağa ve sola verilen selam ile bitecekken ileriye doğru yöneliyorum ve elimi uzatıp eğik, nizama aykırı, durduğunu düşündüğüm saati düzeltiyorum! Akabinde hoca efendiyle göz göze geliyoruz, yüzünde buruk bir tebessüm var. Gözümü yeniden saate çevirdiğimde sarkacın artık sallanmadığını görüyorum. “Düzeltmememizin sebebi sadece o şekilde çalışıyor olmasıydı, yoksa ben de farkındayım.” deyiveriyor. Eski haline almak için uzanırken “Zahmet etme hallettiririm” diyor. Bir kez daha anlıyorum ki gördüğümün ötesinde olabiliyor bazı şeyler ve benim doğrulttuğumu “eğmek” için bir “usta” gerekiyor. Geceyi biraz mahcup olmuş bir şekilde bitiriyorum.


* * *


Camcı Yokuşu’ndan yukarı doğru yürüyorum bu akşam. Cafer Subaşı camiinin yanından geçiyorum. “Bu akşam değil!” diyorum. Yokuşun sonunda kocaman bir yetim gibi duran, her vakit cemaatinin az olduğunu bildiğim bir selatin camii yükseliyor; Yavuz Selim. Arka avlusunun manzarası çok az mekâna nasip olur buranın. Yaz akşamlarında hafif ışığın altında püfür püfür bir havada saatlerce oturabilirsiniz Altın Boynuz’a karşı… Tabii içi o kadar boşken dışarısında yer bulabilirseniz. İçeriye doğru süzülüyorum, arka avlunun manzarasına göz atmadan. Vakit neredeyse girdi. Bu akşamların güzelliğine rağmen yine tenha içerisi; camiinin üçte biri bile dolu değil. Üstelik caminin yenilenme işleri taptaze… Kadınların paravanla ve perdelerle ayrılmış bölümü üflesen yıkılacakmış gibi duruyor bu tenhalığın içinde. İçimden “Keşke,” diyorum “kadınlarımıza biraz daha fazla değer versek!”

Tam otururken safların arasında duran su kutularını görünce aklıma geliyor. Hatim! Burası seçilmiş mekânlardan biri… “Burayı tercih etmek isteyenler biraz da burada kaybolacağını düşündükleri vakitleri için gelmiyorlar!” diye hüsn-ü zanda bulunuyorum. Başlıyor seremoni; hocaların sesi ve kıraati de o kadar iyi ki. Biraz uzun da sürse huzurlu ve huşu içinde sağa ve sola verilen selam ile tamamlıyoruz geceyi. Uzun dediğime kanmayın aradaki fark ancak bir bardak sıcak çay içimi mesabesinde…


* * *


Hep sağı takip ettim. Bu akşam sol tarafıma yöneliyorum. Adını, eskiden tahta olduğunu düşündüğüm, minaresinden alan Tahta Minare’ye doğru yöneliyorum. İlkokul hocamın şimdilerde kafeye dönüştürülmüş tarihi eser evinin önünden geçiyorum. Ne zorluklarla İstanbul’da yaşadığı geliyor aklıma…İyi adamdı Kemal Hoca, eski Türk filmlerindeki müşfik karakter oyuncuları gibi. Az ileride okulumun sokağı var. Günde kaç kez gidip gelirdim bu yoldan. Semtin her yerinden anılar fışkırıyor. Çok eski bir arkadaşın evinin önünden geçiyorum ve terk edilmişliğin görüntüsü karşısında biraz daha hüzünleniyorum. Galeta fırını yenilense de hala eski yerinde duruyor. Bir de tüpçü… Senelerdir tüm eski çalışanlarıyla oradalar. 

En sonunda hedefime varıyorum. Burasını da yenilemişler. Bölümlere ayırmışlar. Genç bir hoca sohbete başlamış içeride. Birkaç genç dışında buranın erkencileri de yaşlılar. Gözlerim içlerindeki tanıdıkları arıyor ve nihayet arka sokakta oturan bir komşuyu görüyorum. Başlıyoruz. Ancak dayanamıyorum ve “Ah şu klima denilen meret olmasa…” deyip arka tarafa kaçıyorum ve tek başıma orada tamamlıyorum geceyi sağa ve sola verdiğimiz selam ile…


* * *


Çocukluğumun karlı kışlarında büyüklerimizin tahta merdivenleri kızak gibi kullanarak kaydıkları yokuşa yöneliyorum yine bu akşam. Cafer Subaşı’na olan sözümü tutmak üzere ağır adımlarla ilerliyorum. Sağımda kalan boş arazi kendimi bildim bileli orada duruyor. Sol tarafta yükselen “ilkel” sitelerimizde oradalar. Kilitli kapılarına tırmanıp içerisinde oyunlar oynamayı, damlarında gezinmeyi ne çok severdik, tam bir macera hissiydi biz küçükken. Yakalanma korkusuyla bir oraya bir buraya koştururduk. Yalıtılmış duvarları içinde sanki hiç çocuk ya da genç yaşamamış. Öyle ki oradan bir tek tanıdık yüz ya da isim hatırlamıyorum. Şimdinin modern sitelerinin sinyalleri varmış o zamanlarda da biz görememişiz.

Anılardan sıyrılıyorum girişe geldiğimde. Tam vaktinde yerimi alıyorum. Senelerdir aynı şeyleri dinleyen insanlar aynı şeyleri anlatmayı nasıl başardığını bilemediğim genç hocayı derin bir sessizlikle dinliyorlar. Sohbet çok uzamadan başlıyoruz. Daha ben ne olduğunu anlayamadan da tamamlıyoruz akşamı. En çok yanımdaki yaşlı amcanın şu yapılandan şikâyet etmemesine şaşırarak bekliyorum. Herkes çıktıktan sonra genç imamın yanına yaklaşarak soruyorum: “Hocam biz az önce ne yaptık?” Uzun sürmesine izin vermediğim sessizliği sorumun birkaç tekrarıyla bozuluyor. Ancak anlayan hocamızın “Ama cemaat…” cümlesi yarım kalıyor. Ben başka bir “Ama biz…” cümlesi ile izin vermiyorum bitirmesine… Arayı bulamıyoruz ayaküstü sohbetimizde. Ben gecenin yarımlığı üzerimde çıkarken, hoca görevini ifa etmiş olmanın huzuruyla olsa gerek mutlu mesut çıkıyor mescitten. Önceki gece duvardaki doğru saati eğmek kolaydı! Bu akşamki eğrilikse beni katbekat aşıyor!


* * *


Bu akşam yine geç kalıyorum. Eve gitmeden bir durak belirlemek gerekiyor. Şu arada küçük bir mescit vardı diyerek yöneliyorum Küçük Mustafa Paşa’ya doğru… Burası da aynı etkiyi uyandırıyor; daha önce gelmiş olduğum fakat hatırlayamadığım bir yapı. Şadırvan alışıldık! Kapıdan içeri girdiğim anda bir şok yaşıyorum; burası bu kadar büyük müydü? Bölüm, bölüm içinde…

Maalesef yine içeride cemaat yok! Tanıdık yüzler araştırmaya gerek kalmıyor. İşte müezzin elini kulağına götürdü. Bir anda kalabalıklaşıyor içerisi; bir saf bir saf daha derken bu büyük mekânın neredeyse yarısı doluyor. Ezan sürerken yapıyı inceliyorum. Burası eski bir kilise ya da havra olmalı diye geçiyor içimden. Yüksek kubbeler, kasvetli bir karanlık, birbirinden tünellerle ayrılmış şapel benzeri bölümler. Binanın kasveti, cemaatin geç gelişi ve sözsüz sohbetin verdiği ağır havada geçiyor akşam. Neyse ki yöneldiğimiz yer aynı, sağa ve sola selamımız aynı…

Çıkarken tarihine, hikâyesine bakıyorum. Tahminlerimin tutması beni şaşırtmıyor da ad kısmına takılıyorum: Gül Camii.


* * *


Başka bir mekâna niyet yöneliyorum tarihi yarımadanın bir ucuna. Yürüyerek Eminönü’ne yetişemem diye otobüs durağında bekliyorum. Ancak otobüs gelmek bilmiyor. Bir oltacı elinde çantası ve oltasıyla geliyor ve beni de çevirdiği taksiye davet ediyor. Galata Köprüsüne balık tutmaya gidiyormuş. Unkapanı’ndan dönünce yarı yolda iniyorum. Kalan yolu yürümek üzere hedefime yöneliyorum. Metro geçiş köprüsünün inşaatının çevresinde yükselen çitler Küçükpazar’ı iyice tenhalaştırmış.

Yüzüme yumuşak bir rüzgar vuruyor. Serin yaz akşamlarında sahilin bu tenhalığı garip geliyor. Aheste adımlarla ilerlerken kulağıma gelen ilk ses ile hedefime ulaşamayacağımı anlıyor ve en yakınımdaki yere yöneliyorum. Adını dahi bilmediğim ama Süleymaniye’nin altındaki çay bahçelerinden onarılışını merakla izlediğim mekana yöneliyorum. Ahi Ahmet Çelebi bu geceki durağımın adı. Sanki hiç kapatılmamış gibi, güzel bir yineleme çalışması geçirmiş. Ancak binalar yinelense de içindekileri geri getirmek mümkün olmuyor! Daha gerçek görevlilerinin atanmamasından olsa gerek diye düşünüyorum, biraz acemice bir cemaat oluyoruz. Belki de bir çoğunun benim gibi yolu düştü sadece. Kaş ile göz arasında bitiriyoruz geceyi. Çıkışta içeridekiler çay teklif ediyor. “Halis muhlis Rize çayı” diyorlar. Selam vererek teşekkür ediyorum. Yine içimden “Keşke,” diyorum “bu samimiyeti içeride de yakalayabilsek.” Çıkış kapısında sağa ve sola uzun uzun bakıyorum.


* * *


Gündüzler uzun, geceler kısa... Zorlanarak da olsa başta verdiğim sözü tutmaya çalışıyorum. Gerçi eve gitmeden yaptığım her ziyaret biraz yarım kalıyor. Sanki sokağıma girip evin kırmızı tuğlalarını görmediğimde bir parçam eksik kalıyor. Şehir dışından döndüğümde de sokağa girinceye kadar İstanbul’a geldim diyemiyorum. Ama vazife beklemez! Bu kez Fatih’i gözüme kestirdim. Ancak o da ne yine bir şeylere takılıp geç kaldığımı fark ediyorum. İlk bulduğum yere park ederken; “Araba,” diyorum içimden “tam bir baş belası...” Bu şehrin bir şekilde teknoloji ile arası yok! Vakit epeyce yaklaşmışken bir sonraki durağımın neresi olabileceğini düşünüyorum. Sonra hiç gitmediğimi fark ettiğim yeni bir yapıya yöneliyorum; Kumrulu Mescit. Tam bir mahalle camisi... Ancak ne eskiyi korumayı biliyoruz ne de yeniyi eski ile kaynaştırmayı. Belki de şehir bu yüzden bize tepkilidir. Burası da binaların içinde boğulmuş bir mekân. En azından içeride sohbet oldukça koyu, belli ki hemen herkes birbirini tanıyor. Havadan sudan konuşmalarla vakti bekliyor herkes. Tam bir sıradanlık içinde akşam başlıyor ve bitiyor. Yapılar ve mekânlar insanların ruh hallerini kesinlikle etkiliyor.


* * *


İftarlarda birlikte olmak, birilerini sofrana çağırmak ya da birilerinin sofrasına misafir olmak ne güzel şeydi. Hoş bunun da tadını kaçırdık sanki… Kuş sütünün eksik olduğu sofralarda tıka basa yenen yemekler ve sonrasında gece sporu gözüyle bakılan alışkanlıklar. Bu akşam davetli olduğum evden çıkarken yine bunları düşünüyordum. 

Yakın bir yerlerde bir selam yeri ararken bir başka su servisi yapılan mekâna denk geldim; Hoca Üveys. İçerideki yüzlerin birçoğu tanıdık. Fakat yine birçok ücretsiz su ikramı yapılan mescitte olduğu gibi burada da sayımız oldukça az! Saat daha erken olduğu için içeridekilerle selamlaşıp bir köşeye çekiliyorum. Tam çökecekken deve gibi olmayın tabiri aklıma takılıyor. Buraya ne zaman gelsem sağ tarafta minberin hemen karşısındaki en son safa çöktüğümü fark edip vazgeçiyorum. İnsanoğlu ne çok sahipleniyor ve ne zor bırakıyor. Kendime yalancı soğuk cihazlarından uzak bir köşe arıyorum ve en sonunda müezzin mahfilinin arkasındaki bölüme kıvrılıyorum. Gece uzun, soğuktan korunmak lazım!

Düşüncelerin arasında mihrapta bize dönük, önündeki kitaplardan da yararlanarak sohbeti koyulaştırmış arkadaşı dinliyorum. Hocalar hazırlık yapıyor olmalılar derken vakit giriyor. Hızlıca sohbeti tamamlayıp yerine çekiliyor vaizimiz de. İmamlar önümüzde güzel bir kıraat ile geceyi taçlandırıyorlar. Ne çok hızlı ne de yavaş. O kadar hızlı geçiyor ki zaman selama ancak yetişiyorum. Çıkarken, içlerinden bir tanesi her daim bizimle rükû eden, dilencilerimizin yine kapıdaki yerlerini aldıklarını görüyorum. Eli açık gönlü geniş bir abimiz en küçüğünden en büyüğüne hepsini mutlu ediyor. “Ah,” diyorum “ne güzel insanlar var.”


* * *


Onbeş senelik bir yarım kalmışlık... Bu da burada bitmemiş bir "kısa" şeklinde kalsın. Belki bir gün ben belki de oğlum ayak izlerime basarak tamamlar.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Nebula Bilişim 20 yaşında!

Bir misyon bir okul 20 yaşına ulaştı. Nebula Bilişim bugün itibariyle 20. Yılında… Bir masanın etrafında toplanmış dört kişi kafa kafaya ne yapacağımızı konuştuğumuz günleri dün gibi hatırlıyorum. Marka adı, logo-fatura-irsaliye-kartvizit tasarımları, muhasebe işlemleri, ofisin bulunması-dekorasyonu, kuruluş için gerekli resmi hazırlıklar. Neredeyse tüm işlemleri kendimiz yaptık. Elbette bazı arkadaşlarımızın desteklerini de hiç bir zaman unutmayacağız. Nebula’nın ilk kurulduğu günlerde maliyetlerimiz artmasın diye evimdeki masa üstü bilgisayar ve ekranlarımı ofise taşıyışım ve aylarca onları kullandığımız hala hatırımda. Mesela faks cihazına bütçe ayırmamak için yaptıklarımız bugünkü nesle çok komik gelirdi. Muhasebe yazılımı olarak kullandığımız çözümü adam etmek için az çaba sarf etmedik. Mutfak gereçlerimizi temiz tutmak için yaptıklarımızı kime anlatsam inanmaz! Aşağıdaki fotoğraflar çalışma ortamımızın ilk fotoğrafları olabilir. Yok merak etmeyin, bunları o eski günler ede...

Zamanı eğip, bükmek

Zaman, fiziki boyutların sanal olan dördüncüsü, elle tutulamayan. Zaman, içinde olayların ardı ardına gerçekleştiği boyut… Bilim adamlarına göre, aynen ışığın bükülebilmesi gibi zaman da eğrilip, bükülebilir ve eğer doğru koşullar gerçekleşirse yani yeterli hız yakalanırsa önce geleceğe ve daha sonra da geçmişe sıçramak mümkün olabilir. Bunu zaman yolculuğu gibi basit kavramlarla karıştırmayın. Bu şu “an” ın da içinde olduğu bir kavram. Öyleyse ne demek bu? Bu soruya cevap verebileceğimi pek sanmıyorum, haddime de değil zaten. Ama bu soru etrafında dolaşıldığında dahi çok farklı yerlere çıkan kapılar bulabiliyor insan. Çok sevdiğim bir çizgi dizide bir keşiş (“Avatar”) hava, su, toprak ve ateşi bükebiliyordu. Tüm dünyayı kurtaracak kişi olan keşişin bile zaman üzerinde böyle bir gücü yoktu. Sonra “Matrix” ve “Neo” var. Ancak o da olaylara hükmeder gibiydi, zamana değil ya da ben öyle algılamıştım. “Aslında bir kaşık yoktu!” ve “Kırmızılı kadın da bir ajandı.” değil mi? Ya “Hiro” iç...

Yardım Faaliyetleri ve Organizasyonu Hakkında

17 Ağustos 1999 depreminde sahada bizzat bulunmuştum. Yardım malzemesi yüklü kamyonlarla saha gitmiş. Elimizden gelen çabayı sergilemiştik. O gün kendi başına yapılan organizasyonların eğer çok boyutlu ve iyi planlanmamışsa başarıya ulaşmayacağını anlamıştım. Bugün geldimiz noktada 99 ile kıyaslanamayacak kadar çok yol kat etmiş durumdayız. Afet sonrası hazılıklar ve koordinasyon geçmiş ile kıyaslanamayacak kadar ileri seviyede. Yeterli mi? Değil! Daha iyi mümkün mü? Her zaman! Ancak bir konunun çok net altını çizmemiz gerekiyor. Sivil toplum kuruluşları ve yardım dernekleri bu tarz felaket anlarının vazgeçilmez kuruluşlarıdır. Onlar olmasa şu an şikayet edecek bir şeyimiz dahi olamazdı. Birkaç yıl önce (2011) bazı yardım kuruluşlarının (Deniz Feneri, Lösev ve Mehmetçik Vakfı) kurban bağışı organizasyonundaki usülsüzlükler ortaya çıkmıştı. Bu kuruluşların simsarlar ve aracılar tarafından kandırıldığı ve aslında ilgili vecibelerin ya hiç ya da eksik yerine getirildiği ortaya çıkmıştı. A...