Ana içeriğe atla

Soylulaştırma

Bir süredir semtimde yenileme ve onarım çalışmaları var. Tarihi binaların bir kısmı yenileniyor, bir kısmı onarılıyor, bir kısmına yüzünü güzel gösterecek makyajlar yapılıyor. Birçoğu el değiştirip üçüncü kişilerce çökmek üzere kendi haline terk ediliyor. Sokak ve kaldırımlarımızda hummalı çalışmalar yapılıyor. Bir sene bir yöntem sonraki sene başka bir yöntemle kesme ya da parke taşlar döşeniyor. Arnavut kaldırımlarının yerini şekillerle bezenmiş, aralarına renkler serpiştirilmiş küçük sevimli taşlar alıyor! Otuz senedir yerinde duran taşların yerine her yağmurda dağılan güzel sevimli taşlar döşeniyor! Bu işlemler aylarca sürüyor, tam bitti derken daha eskisinin üstünde doğru dürüst yürümemişken yeni bir yenileme çalışması başlıyor. Semtimiz yenileniyor kısacası...

Dizi ya da dönem filmlerinin doğal sahneliğini yapıyor semtimiz, bizde gönülsüz figüranlığını. Üzerine çok güzel yazılar yazıldı bu durumun. Zaytung'daki şu yazı mutlaka okunmalı; Dönem Dizileri Yüzünden 1960'larda Gibi Yaşamaya Zorlanan Balat Mahallesi Sonunda İsyan Bayrağını Çekti. İçindeki ironi seni belki eğlendirir ama emin ol beni/bizi sıkıyor. Polis kordonları, her yere park etmiş karavanlar, jeneratör araçları, sokakları kaplayan yemek masalarını aşıp bakkalınıza ancak ulaşabiliyorsunuz. Bir şikayetiniz olduğunda ve izin belgesi sorduğunuzda, çevreye rahatsızlık vermemek üzere aldıkları izinlerini burnunuzun dibinde sallıyorlar. Onlar semt sakini de siz dışarıdan gelmiş bir turist oluveriyorsunuz.

Semtin eskileri bir bir evlerini satarak "daha şık" ve "daha temiz", "daha güvenli", "güvenlikli" sitelere taşınıyorlar. Tabii kiracılar da bundan etkileniyorlar! Gerçi evleri ile iş yerleri arasındaki mesafe onlarca kilometre oluyor ve günlerinin büyük bir kısmı yolda geçiyor ama olsun! Sonuçta daha güzel yerlerde oturuyorlar! Önceleri "gidenlerin" yerine "kültürlü", "güler yüzlü" "insanlar" gelir diye seviniyordum. Ama geçen gün mahallede sohbet ederken patladım. Biri "Siz Haliç'in koktuğu zamanlarda da mı buradaydınız?" deyince, bende "Evet, Haliç'in koktuğu zamanlarda da buradaydım ama Haliç'in kokusuna rağmen sokakta gördüğüm herkes adamdı. Şimdi Haliç kokmuyor ama sokakta adam kalmadı!" deyiverdim. Neyse binaların yüzü ile birlikte simalarda değişmeye başladı semtimde. Yenilenen binalar güzel ama yüzler için aynı şeyi söyleyemeyeceğim.


Bu sene Kent Sosyolojisi dersinde okuyuncaya kadar semtime yapılana bir isim veremiyordum. Bu değişikliklerden rahatsızlık duysam da adını koyamamıştım. Ta ki Kent Sosyolojisi kitabındaki "Soylulaştırma" kavramına rastlayıncaya kadar.

"Kentsel dönüşümle birlikte anılan ama farklılıklar taşıyan önemli bir olgu da “soylulaştırma”dır. İngilizcede “gentrification” olarak kavramlaşan “soylulaştırma” olgusu Batı toplumları açısından sanayisizleşmeyi izleyen bir politika olarak 1960 sonlarında izleri görülen kentsel bir yeniden yapılanmadır.


Soylulaştırma, eski kent merkezlerinin özellikle yeni orta sınıf tarafından yeniden keşfedilmesi ve kent
merkezinde yaşayan işçi sınıfı ile diğer kent yoksullarının yerinden edilmesi biçiminde özetlenebilir.

Soylulaştırma, genel anlamı itibariyle eski kent merkezleri ile tarihî niteliği olan kentsel alanların mekânsal ve sınıfsal değişimini ifade eder. Soylulaştırma süreci, bu alanlardaki eskimiş veya köhnemiş mekânların yenilenmesi veya bazı durumlarda yıkılıp yeniden yapılmasını da içerir."

Soylulaştırma işlemi yapılırken ahali o bölgeden uzaklaşsın diye birçok yöntem uygulanır. Bunlardan en bilineni konut fiyatları aşırı arttırılarak yoksul halkın bölgenden uzaklaştırılmasıdır. Bir diğer yöntem bölgedeki yaşam alanlarını kısmaktır. Satın alınıp çökmek üzere kaderine terk edilen evler bunun bir örneğidir. Satın alım gücü dengesini şehrin diğer bölgelerine göre kötüleştirmek, yani fiyatları yukarıya çekmek, ise diğer bir yöntemdir. Ama en etkili yöntem çeşitli söylentiler çıkararak, mülk sahiplerinin kaldıramayacakları kayıplara uğrayacağını düşündürerek orada yaşasın yaşamasın evini sattırmak ve bununla hem mülk sahiplerini hem de kiracıları bölgeden uzaklaştırmaktır. Yeni gelenlerin "karaktersizlikleri", çevrelerine verdikleri rahatsızlıklar bunların tuzu biberi olur.

Bu birlikte yaşamın dinamitlenmesidir. Geçmişte bölgenin Rum ve Yahudi sakinleri de böyle bir zorlamaya tabii olmuşlardı. Oysa bizim Rum komşularımızın bizim için bizden farkları yoktu. Zengin ve fakir edebiyatı yapmıyorum. Ama insanların kümelenmesi anlayışını da sevmiyorum. Herhangi bir yerde yanımda oturan birinin ter kokması ne kadar rahatsız ediciyse parfüm şişesine düşmüş etkisi yaratması da o kadar rahatsız edici benim için. Bir tanıdıkla karşılaştığımda iki metre mesafede tokalaşmak bana garip geliyor. Arkadaşımın omuzuna da dokunabilmeliyim el sıkışırken. Yolda yürürken kafama damlayan temiz dahi olsa çamaşırın suyu ne kadar canımı sıkıyorsa, etrafındakileri ve saati düşünmeden yabancı dili sadece kendilerinin konuştuğunu zannedecek kadar yüksek sesle, ahlak dışı konuşan, müzik dinleyen, etrafına hakaret eden davranışlar da canımı sıkıyor.

Anahtarını unuttuğu için evine giremeyen birinin komşusunda oturabilmek, sohbet etmek yerine sokakta beklemesi ya da geri dönmesi sence de acı değil mi? Komşuluk kavramı deyince sizin hoşgörünüzü bekleyen ama size en ufak bir müsamaha göstermekten aciz insanlar, bir de "soylu" ve "kültürlü" olduklarını iddia ediyorlarsa, durum çok daha can sıkıcı bir hal alıyor. En önemlisi de gidenlerin ne kadar adam olduklarının bir kez daha farkına varıyorsunuz.

Velhasıl, sokaklarımızın, binalarımızın yüzleri de semtin yeni "soylu" sakinleri gibi makyajlanıyor. Her türlü diziyi, filmi semtimde çekerken oyuncuların yüzlerini makyajladıkları gibi bizlerin de yüzlerini makyajlamak istiyorlar. Makyaja gelmeyenleri de sette ve kendi "soylu" mekanlarında görmek istemiyorlar. Evet, Sulukule'nin biraz sulu kısmı, Fener'in bazı serserilikleri, Balat'ın iç içe geçmesine rağmen kaynaşamamış yapısı biraz problematik. Ancak bu pireye kızıp yorgan yakmaya benziyor.

Rum Lisesi ve Camii yan yana...
Keşke yenileme/kentsel dönüşüm projelerinde halka da biraz önem verilse. Mekanların içindekilerle değer kazandığı fark edilse... Çok kültürlülüğü korumanın önemi anlaşılsa... Hoşgörünün çok kültürlülükle geldiği ve çoğaldığı gözden kaçırılmasa... Çok kültürlülük yerinden edilmese ve birlikte yaşamın faydaları gözetilse... Keşke "soylulaştırma" yerine toplumsal barış/bütünleşme/kaynaşma çalışmaları yapılsa.Yine mekanlar, koşullar iyileştirilse ama içindekilere de saygıyla yaklaşılsa, korunsalar. Keşke dağdan gelen bağdakini kovmasa...

Keşke...

http://tr.wikipedia.org/wiki/Soylulaştırma
* http://en.wikipedia.org/wiki/Gentrification

Yorumlar

  1. Üzerine yorum yapılamayacak yazılardan biri:

    ''Çok haklısın''demekten başka...

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Fikriniz varsa buradan buyurun...

Bu blogdaki popüler yayınlar

Belki üstümüzden bir kuş geçer

Uzunca zamandır okuyorum. Hem de oldukça fazla. Okuduklarından bende yer edenlerin sayısı çok fazla değil. Bir yazarın belki onlarca eserini okuyor ama içlerinden bir tanesine tav oluyorum. Yüzlerce sayfalık bir şiir kitabından bazen sadece bir tane şiir çıkıyor; acaba benim anladığımı mı yazmış şair dediğim. Ya da bir kitabın bir tek cümlesi beni mest etse yetiyor bana. Uzunca zamandır müzik de dinliyorum. Çok farklı şeyler değil. Ama yinede arada yakaladığım bana özel şeyler de oluyor. Bir şarkının tek bir cümlesi ya da tüm albümdeki tek bir melodi beni alıp götürebiliyor çok uzaklara. Dün aklıma gelmemişti adı Yüksek Sadakat'in "Belki üstümüzden bir kuş geçer" şarkısının. Grup çok başarılı mı? Bence değil. Ama öyle birkaç şarkısı var ki; eh be adam nasıl yazdın bunları dedirtiyor. Gül renginde gün doğarken Boğazdan gemiler usulca geçerken Gel çıkalım bu şehirden Ağaçlar,gökyüzü ve toprak uyurken Dolaşalım kumsallarda Çılgın kalabalık artık uzaklarda Yorulu

"Allahumme ecirna min şerri siyaset"*

*Baştan söyleyeyim başlıktaki söz; "Allah'ım beni siyasetin şerrinden koru" anlamına geliyor ve koca bir külliyata imza atmış Said Nursi'ye atfediliyor. Ortam o kadar kirlendi ki, artık görüş açıklamaktan çekinir oldum. Geçmişim ortada. Sempati duyduklarım da eleştirdiklerim de... Orta bir yol tutturmaya çalışırken desteklediklerim de karşı çıktıklarım da burada yazılı olarak duruyor. FEM’e gittiğim, ilk üniversite yılımda "hizmetin" yurdunda kaldığım da geçmişimin bir parçası. Bir dönem destekçileri olduğum da... Hatta eleştirilerimin tamamını kapalı kapılar ardında yapıp, partizancasına savunduğum dönemleri de hatırlıyordur arkadaşlarım. Bu nedenle "hizmet" denilen olgunun ne olduğunu az çok bildiğimi düşünürüm. Hatta bir dönem içlerindeki hemen herkesin halisane bir şekilde çalıştığına da bizzat şahidim. Ancak o dönem o kadar kısa sürdü ki... Eminim şu an bile deli gibi memleket ve din adına çalışan, ne yapıyorsa bu uğurda yaptığını düşünen bi

Zamanı eğip, bükmek

Zaman, fiziki boyutların sanal olan dördüncüsü, elle tutulamayan. Zaman, içinde olayların ardı ardına gerçekleştiği boyut… Bilim adamlarına göre, aynen ışığın bükülebilmesi gibi zaman da eğrilip, bükülebilir ve eğer doğru koşullar gerçekleşirse yani yeterli hız yakalanırsa önce geleceğe ve daha sonra da geçmişe sıçramak mümkün olabilir. Bunu zaman yolculuğu gibi basit kavramlarla karıştırmayın. Bu şu “an” ın da içinde olduğu bir kavram. Öyleyse ne demek bu? Bu soruya cevap verebileceğimi pek sanmıyorum, haddime de değil zaten. Ama bu soru etrafında dolaşıldığında dahi çok farklı yerlere çıkan kapılar bulabiliyor insan. Çok sevdiğim bir çizgi dizide bir keşiş (“Avatar”) hava, su, toprak ve ateşi bükebiliyordu. Tüm dünyayı kurtaracak kişi olan keşişin bile zaman üzerinde böyle bir gücü yoktu. Sonra “Matrix” ve “Neo” var. Ancak o da olaylara hükmeder gibiydi, zamana değil ya da ben öyle algılamıştım. “Aslında bir kaşık yoktu!” ve “Kırmızılı kadın da bir ajandı.” değil mi? Ya “Hiro” iç