Ana içeriğe atla

Hukukun Etkinliği Problemi

Cicero'nun ünlü deyişi "Ubi societas ibi ius (Eğer toplum varsa hukuk da oradadır.)" der. Zıt tarafından bakarsak da toplumun olmadığı yerde hukuktan bahsetmek mümkün değildir. Bizde ki hukuksuzlukların temel sebeplerinden biri de toplum yapımızın gittikçe bozulmuş olması. Bir de bunun yanına hem içteki hem de dışarıdaki hainler eklenince bütünleşmiş bir toplum oluşturma çabalarımızın hepsi boşa çıkıyor.

Bu yarım yamalak yapılanmış topluma rağmen, eksik de olsa bir kanun düzenimiz var. Ancak bu kanun düzenine hukuk demek pek mümkün değil. Çünkü hukukun, hukuk sayılması için adil, etkin ve tutarlı olması gerekir. Ne adil olmayan ne de etkin yaptırımlara dayanmayan bir sisteme hukuk sistemi demek mümkün değildir.

Toplumun ihtiyaçlarına doğru cevap vermeyen, haklıyı korumak yerine güçlüden yana taraf alan bir sistem ister istemez kendi muhalefetini oluşturur. Kendi canını, namusunu emanet ettiği devlet bunu yerine getir(e)miyorsa insanlar bunu kendileri yapmaya başlarlar. Herkesin kendine göre uygulamaya çalıştığı şeye de ne adalet ne de hukuk sistemi denemez. Hukukun olmadığı yerde de devletten bahsedilemez!

İşin bir de yaptırım aşamasına gelmesine rağmen hakkaniyetle, yerinde ve zamanında uygulanmaması sorunu vardır. Örneğin bir katil suçu sabit görülmesine rağmen mahkemede taktığı tek bir kravat, sorulan sorulara cevap vermiş olması gibi sebeplerle -zaten adil olmayan- aldığı cezaya bir de iyi hal indirimleri, çocukluk gibi indirimler eklenince hukukun etkinliği tamamen ortadan kalkıyor.

Dahası mağdurların insan haklarından hiç bahsedilmezken mahkumların ki hiç gündemden düşmüyor. Koğuş ya da hücrelerinde televizyon, radyo, kitap ve gazetesi hiç eksik olmayan; 24 saat sıcak suyuyla, havalandırması, üç öğün yemeğiyle tam bir otel konforu vaat eden hapishanelerimiz var! Hepsi "suçluların" yani mahkemesi bitmiş ve cezası kesinleşmiş olanların rahatı, "insan hakkı" için. Ama öyle demeyeyim değil mi? Ne de olsa özgürlükleri ellerinde değil! Yakınınız toprağın altında çürüyormuş hiç önemi yok! Sizin yüreğiniz, ciğeriniz hayattayken çürümüş ne çıkar! Önem derecesi bu kadar sapıtmış bir sistemde de adalet ya da hukuktan ne kadar bahsedebiliriz. Ama olsun biz yine de açlık grevleri ile haklarını arayanların "en insani" haklarını teslim edelim. Cezası yıllar önce kesinleşmiş, suçluluğu sabit görülmüş terörist elebaşına avukatlarıyla görüşme hakkını verelim! Tecridini kaldıralım! Sahi bu "ruhsuz" ne ceza almıştı? İdam cezasına çarptırılmış ve sonra ağırlaştırılmış hapis cezasına çevrilmişti değil mi? "Ağırlaştırılmış hapis cezası" sizce de hukukun etkinliği sorununun en güzel örneklerinden biri değil mi?

Diğer taraftan bir de suçu "sabit" görülemeyen ama ağır ceza ve yaptırımlarla karşılaşanlar var. Bu yönüyle de ayrı eleştiriler koyabilirim ortaya. Ancak biz daha suçlulara yaptırım uygulayamazken işin o kısmını düzeltmeye hiç gücümüz yetmiyor. Bu da işin diğer bir zulüm yönünü oluşturuyor. Sosyal sözleşmeyle haklarımızı korumak üzere görevlendirdiğimiz devlet meşru olmayan şiddet kullanımıyla zalimleşiyor. Zalimin olduğu bir ortamda da yine hukuk ve adaletten söz edilemiyor.

Devleti devlet yapan olgu şiddet kullanma tekelini elinde bulundurmasıdır. (Şiddet, fiziksel eylem olmak zorunda değildir.) Bu şiddet kullanma işi şirazesinden çıkarsa devlet tüm otoritesini kaybeder. Bu iki tarafı keskin bir bıçaktır. Öyle ki; şiddet haksız yere uygulandığında da gerekmesine rağmen uygulanmadığında da adaletsiz, hukuksuz bir ortam oluşur. Ayrıca doğru yönde kullanılması gereken devlet tekeli uygulanmadığında ve sosyal sözleşme ile devlete devredilen hak ve özgürlüklerin güvencesi ortadan kalktığında devlet kavramı da ortadan kalkar.

Caddelerimizde kurallara uymayan binler görürüz. Sokak ortasında hem de polislerin, kameraların karşısında karısını 36 -yazı ile otuz altı- yerinden bıçaklayan adamlar türer. Sevgilisini ayartıp, kocasını önce öldüren, sonra parçalayan ve en sonunda da yakan kadınlar haber bültenlerini süsler! "Millet vekilleri" önceki gün yol kesip insan öldüren, şehrin en işlek caddelerinde bomba patlatan, okulları yakan, öğretmenleri, hemşire ve doktorları öldürenlerle kucaklaşırlar. Kemiksiz dilleri ile kan damlayan dişleri arasından salyalar saçarak konuşurlar. Devlet yani kanun koyucu, toplumdan aldığı ilhamla koyduğu yasalara kendisi uymaz. Silahını kullanması gereken yerde kullanmaz kullanması gereken yerdeyse kullanır. Hukuksuzluk olarak da kullanılan adaletsizlik tüm topluma yayılır ve bir kısır döngüde zaten güçlü olmayan toplumsal bağ bu eylemlerle daha da zayıflar.

Yasalarınız, kanunlarınız yanlış olabilir. Hukuk sisteminizde aksaklıklar bulunabilir. Bunlar eleştirilebilir ve değiştirilebilir. Baklava çalan çocuklara yıllarla anılacak hapis cezalarının yanlışlığından dem vurulabilir. Ama burada cezanın çokluğu sorunu tartışılabilir olmasına rağmen gerekliliği tartışılabilir değildir. Çalmak yasalarınızda suç olarak tanımlanmışsa yaptırımı uygulanmalıdır.

Uygula(ya)mayacağın yasağı ya da düzeni koymayacaksın! Ali'ye uygulayıp Veli'ye uygulamıyorsan zaten adil değilsin!

Ne yazıyor adliye salonlarımızın duvarlarında? "Adalet 'mülk'ün temelidir." Peki "mülk" nedir? Devlet! Adaletin olmadığı yerde devletin temeli yok demektir. Temeli olmayan şey de biraz zor ayakta durur.

Aşağıda Hukuk Sosyolojisi kitabının 3. Ünitesinden bazı alıntılar var. Bu bilgilerin ışığında devlet, hukuk sistemi ve adaletli olmak konusunda ne durumdayız? Cevabı size kalsın...

Hukukun etkinliği problemi, aslında hukukun varlığına ilişkin farklı yanıtların ortaya çıkardığı bir problemdir. Zira, neye hukuk diyeceğimize karar verirken, hukuk düzeni içerisinde yer almakla birlikte, kendisine hiçbir şekilde uyulmayan bir norma da hukuk deyip diyemeyeceğimiz sorusuna da yanıt vermemiz gerekir.
***
Doğal hukuk yaklaşımının temelinde adalet düşüncesi yer alır. Buna göre, ancak âdil olan düzenlemelere hukuk denmelidir. Bir normatif düzenlemenin yasal koşullara uyularak gerçekleştirilmiş olması, onu hukuksal kılmaz. Düzenlemenin bir de değer boyutu vardır ki bu, adalet değeridir. Hukuksal düzenlemeler, adalet değerini gerçekleştirmeye ya da korumaya yönelmelidir.
***
Doğal hukuk yaklaşımının önemli bir kavşağını da “sosyal sözleşme” kavramı oluşturur. Sosyal sözleşme, devletin ya da siyasal toplumun ortaya çıkışını açıklamakta kullanılan bir varsayımdır. Buna göre, toplumun üyeleri, bazı hak ve özgürlüklerini güvence altına alabilmek için, aralarında bir sözleşme yaparak bazı hak ve yetkilerini devlete devretmişlerdir. Söz gelimi yaşama haklarını korumak üzere, cezalandırma yetkisini devlete bırakmışlar; böylece hem devletin doğuşunun ve meşruiyetinin temeli oluşmuş, hem de devletin dahi dokunamayacağı, korunaklı bir hak alanı yaratmışlardır. Hukuku ve devleti ortaya çıkaran sosyal sözleşmedir. Hukukun da devletin de bu sözleşmeye uygun olması öncelikli koşuldur. Aksi halde, sözleşme bozulmuş; devlete ya da hukuka tabi yurttaşların da sözleşmeye uygun davranma yükümlülükleri ortadan kalkmış olacaktır.
***
Hukuku toplumsal bir olgu olarak ele alan hukuk sosyolojisi açısından hukukun varlığı meselesi, aslında hukukun etkinliği problemidir. Bir başka deyişle, hukuk sosyolojisi açısından, etkin olmayan, uygulanmayan ya da ihlali halinde düzenli olarak yaptırımla desteklenmeyen hukuk, hukuk değildir.
***
Oysa hukuk sosyolojisi açısından hukuk, basit bir yürürlük problemi olarak ele alınamaz. Bir hukuk normunun usulüne uygun çıkartılmış olması, onu kendiliğinden etkin hale getirmez. Nitekim hukuksal düzenlemeler tarihi, usulüne uygun olarak çıkartılmakla birlikte fiilen uygulanmamış norm örneklerinin varlığını göstermektedir. Türkiye hukuk tarihinden çok bilinen bir örnek, 1920 tarihli Düğünlerde Men’i İsrafat (Düğünlerde İsrafın Önlenmesi) Kanunu’dur. 1966 yılına kadar yürürlükte kalan bu yasanın etkin olarak uygulanamadığı bilinmektedir. Benzer şekilde, sigara yasağı diye bilinen Tütün Ürünlerinin Zararlarının Önlenmesi ve Kontrolü Hakkında Kanun, ilk çıktığı haliyle, etkin bir yaptırım usulü öngörülmemiş olması nedeniyle, hemen hemen hiç uygulanamamıştır. Hiç uygulanamayan böyle bir yasanın yalnızca yürürlükte olmasına bakılarak, söz konusu yasağın gerçekten var olduğu söylenebilir mi?
***
...hukuk sosyolojisi, hukuku kaynağı ya da içeriği ile değil, sonuçları ile tanımlamaya, daha doğrusu saptamaya daha yatkın bir bilim dalıdır.
***
Hukuk, sözcükler aracılığıyla, gerçek dünyada değişiklik yaratma aracıdır. Ancak kendisine hukuksallık atfedilen her bir sözcük, bir kâğıt üzerine yazılmakla, gerçek dünyada değişiklik meydana getirmez. Bu sözcüklerin gerçek dünyadaki işlevlerini yerine getirebilmeleri, bazı mekanizmalar tarafından hayata geçirilmelerine de bağlıdır. Bir bisikletin nasıl kullanılacağının kâğıt üzerinde anlatılması başka, gerçekten bir bisikletin üstüne çıkıp, bir taraftan pedalı çevirirken bir taraftan iki tekerleğin üzerinde denge sağlamaya çalışmak başka bir şeydir. Bunlardan ilki bir tasarım, ikincisi ise gerçektir.
***
Hukuk ancak, insanların nasıl davranmaları gerektiğine ilişkin düzenlemeler ortaya çıktığında var olabilir.
***
...kurgusal veya fikrî düzeydeki düzenleme, gerçekliği ortaya çıkarmaz.
***
...hukuk sosyolojisine göre, etkin olmayan, bir başka deyişle, gerçek hayatta uygulanmayan, insanların davranışlarını kendisine uydurmaya çalışmadıkları bir norm, hukuk olarak kabul edilemez. En âdil, en yerinde insan davranışlarını öngörmüş olsa dahi, toplumda etkin olarak uygulanmayan norm, hukukun yerine getirmesi beklenen hiçbir işlevi yerine getiremez.
*** 
Yargılama, soyut normatif düzenlemenin olgusal olarak görünür hale geldiği yerdir.
***
Hukuk sosyolojisi açısından yargılama, bir davranışın norma uygun olup olmadığının saptanması sürecidir.
***
Yargılama, resmî bir usulle yapılmıyorsa da önemli olan, yargılamayı yapanın ihlalden zarar gören olmaması ve yaptırım uygulayabilmesidir.

Not: Karamsar bir tablo çizmekle birlikte dipsiz bir uçurumda olduğumuzu düşünmüyorum. Zira binlerce yıllık devlet tecrübesi olan bir milletiz biz. Ancak bu düzenin böyle sürmesi bir süre sonra gittikçe yozlaşmış ve bozulmuş bir topluma dönüşmemize ve sonunda da devletin çöküşüne kadar gidecek bir süreci doğuracaktır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Allahumme ecirna min şerri siyaset"*

*Baştan söyleyeyim başlıktaki söz; "Allah'ım beni siyasetin şerrinden koru" anlamına geliyor ve koca bir külliyata imza atmış Said Nursi'ye atfediliyor. Ortam o kadar kirlendi ki, artık görüş açıklamaktan çekinir oldum. Geçmişim ortada. Sempati duyduklarım da eleştirdiklerim de... Orta bir yol tutturmaya çalışırken desteklediklerim de karşı çıktıklarım da burada yazılı olarak duruyor. FEM’e gittiğim, ilk üniversite yılımda "hizmetin" yurdunda kaldığım da geçmişimin bir parçası. Bir dönem destekçileri olduğum da... Hatta eleştirilerimin tamamını kapalı kapılar ardında yapıp, partizancasına savunduğum dönemleri de hatırlıyordur arkadaşlarım. Bu nedenle "hizmet" denilen olgunun ne olduğunu az çok bildiğimi düşünürüm. Hatta bir dönem içlerindeki hemen herkesin halisane bir şekilde çalıştığına da bizzat şahidim. Ancak o dönem o kadar kısa sürdü ki... Eminim şu an bile deli gibi memleket ve din adına çalışan, ne yapıyorsa bu uğurda yaptığını düşünen bi

Belki üstümüzden bir kuş geçer

Uzunca zamandır okuyorum. Hem de oldukça fazla. Okuduklarından bende yer edenlerin sayısı çok fazla değil. Bir yazarın belki onlarca eserini okuyor ama içlerinden bir tanesine tav oluyorum. Yüzlerce sayfalık bir şiir kitabından bazen sadece bir tane şiir çıkıyor; acaba benim anladığımı mı yazmış şair dediğim. Ya da bir kitabın bir tek cümlesi beni mest etse yetiyor bana. Uzunca zamandır müzik de dinliyorum. Çok farklı şeyler değil. Ama yinede arada yakaladığım bana özel şeyler de oluyor. Bir şarkının tek bir cümlesi ya da tüm albümdeki tek bir melodi beni alıp götürebiliyor çok uzaklara. Dün aklıma gelmemişti adı Yüksek Sadakat'in "Belki üstümüzden bir kuş geçer" şarkısının. Grup çok başarılı mı? Bence değil. Ama öyle birkaç şarkısı var ki; eh be adam nasıl yazdın bunları dedirtiyor. Gül renginde gün doğarken Boğazdan gemiler usulca geçerken Gel çıkalım bu şehirden Ağaçlar,gökyüzü ve toprak uyurken Dolaşalım kumsallarda Çılgın kalabalık artık uzaklarda Yorulu

Zamanı eğip, bükmek

Zaman, fiziki boyutların sanal olan dördüncüsü, elle tutulamayan. Zaman, içinde olayların ardı ardına gerçekleştiği boyut… Bilim adamlarına göre, aynen ışığın bükülebilmesi gibi zaman da eğrilip, bükülebilir ve eğer doğru koşullar gerçekleşirse yani yeterli hız yakalanırsa önce geleceğe ve daha sonra da geçmişe sıçramak mümkün olabilir. Bunu zaman yolculuğu gibi basit kavramlarla karıştırmayın. Bu şu “an” ın da içinde olduğu bir kavram. Öyleyse ne demek bu? Bu soruya cevap verebileceğimi pek sanmıyorum, haddime de değil zaten. Ama bu soru etrafında dolaşıldığında dahi çok farklı yerlere çıkan kapılar bulabiliyor insan. Çok sevdiğim bir çizgi dizide bir keşiş (“Avatar”) hava, su, toprak ve ateşi bükebiliyordu. Tüm dünyayı kurtaracak kişi olan keşişin bile zaman üzerinde böyle bir gücü yoktu. Sonra “Matrix” ve “Neo” var. Ancak o da olaylara hükmeder gibiydi, zamana değil ya da ben öyle algılamıştım. “Aslında bir kaşık yoktu!” ve “Kırmızılı kadın da bir ajandı.” değil mi? Ya “Hiro” iç