Ana içeriğe atla

Tiyatromdan El Çekme

Dostum,

Devlet Tiyatroları, Şehir Tiyatroları, devletin tiyatroları, belediyenin tiyatroları, "sanatçıların" tiyatroları... Peki ya halkın tiyatroları... Halkın sahneleri...

Geçen hafta İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, Şehir Tiyatroları çalışma yönetmeliğinde bir değişiklik yaptı. Bu değişikliği beğenmeyen Kenan Işık eleştirilerini sıralayarak istifa etti. Buraya kadar herşey normaldi. Anlaşamamak doğaldır. Beğenilmeyenin eleştirilmeside öyle. Kimsenin yapılan değişikliği okuduğunu sanmıyorum. Fikir sahibi olmadan zikir sahibi olunca da böyle oluyor. Birileri çıkıyor ve olayı yine mecrasından çıkartıyor.

"Belirli" oyuncular gösteriler yapmaya, karşılıklı açıklamalar havada uçuşmaya başladı. Yönetimi tamamen ele aldığı iddia edilen belediye sansürcülükle, sanatçıları ve aydınları tasfiye etmekle suçlandı. Yapılan değişikliği bir kere olsun okuyun. Okumayan canım ülkemde bunların hepsi normal. İyi ya da kötü olması fark etmez, eğer değişikliği bir başka siyasi otorite yapıyorsa hemen kazan kaldırırız. "İstemezük" anlayışı solcu ya da sağcı fark etmez hemen hortlar.
Bunun üzerine Başbakan da devlet ve şehir tiyatrolarını özelleştirmekten bahsetti. Neden? Çünkü kendine meydan okunmasından hoşlanmayan bir kişilik var karşımızda. Bir iyilik yapıldığında karşılığında nankörlük gördüğünde hemen öfkesi kabaran bir karakter. Doğru ya da yanlış fark etmiyor bu tarz durumlarda. (Bilmiyorum! Belki de seçmen kitlesine bu yolla sesleniyordur.) Önemli olan kucağımızda nur topu gibi bir kırizimizin daha olması!

Son 5-10 senedir İstanbul'daki şehir tiyatrosu kültürü akıl almaz bir gelişme kaydetmişti. Arada sırada da olsa çok güzel oyunlar sergileniyor ve neredeyse kapalı gişe oynuyordu. Onlarca yeni sahne açıldı, eskiler yenilendi. Hizmet kalitesi inanılmaz bir şekilde arttı. Şehrin eskiden varoş sayılan yerlerinde sahneler açıldı. Kağıthane'deki Sadabad sahnesi çok güzel bir örnek; yüzlerce kişi belkide ilk kez o sahne sayesinde tiyatro ile tanıştı. Açılışından bu yana orada onlarca oyun izledim.

Şehir tiyatroları tam olarak halkın tiyatrolarına, sahnelerine dönüşmüştü. Oyunlar şehirdeki tüm sahneleri dolaşıyor ve tiyatroyu halkın ayağına götürüyordu. Fiyatları uygun, ulaşımı kolay, ferah mekanlarda, oyuncuların daha iyi şartlarda oyunlarını sergileyebildikleri ortamlarda ölüme yazan tiyatro yeniden can buluyordu. Bir başka örnek Muhsin Ertuğrul sahnesi, yenilemeden sonra öyle bir anlayışla hizmet ediyorlardı ki; yinelenen mekan sanki içerideki herkesi mutlu etmiş ve bu yüzlerine yansımıştı. Bunu bire bir olarak yaşadım. Hiç bir devlet ya da belediye iştirakinde karşılaşmadığım kadar güler yüz ve hoşgörüyle karşılandım ne zaman gitsem.

Diğer taraftan devlet tiyatrolarının sahneleri bana hep soğuk gelmiştir. İşin içine "devlet" kelimesi girince biraz uzak kalmışımdır. Çünkü "devlet" kelimesi bende eski otoriter devletin propaganda ve dönüşüm silahı algısını oluşturur (Bunun böyle olduğunu söylemiyorum. Bu sadece bende oluşturduğu algı.) Bu yüzden devlet tiyatrosunda seyrettiğim oyun sayısı bir elin parmaklarını geçmez.

Şimdi malesef şehir tiyatrolarını da bu tartışmanın içine çekmiş olduk. Böyle bir algı oluşturmaya başladık. "Bir takım" oyuncuların sadece kendi siyası düşünüş ve dünya görüşünün "modernlik" olduğu gibi bir inanışına kurban ediyoruz tiyatrolarımızı. Siyasileri kendi öfkeleri ya da popülist söylemlerle tiyatrosuzlaşacağız belki de. Evet, ben de devlet eliyle ya da siyasi otorite baskısıyla sanat yapılmasına karşıyım. Ancak bir zümrenin kendi dünya görüşü ve algısını halka empoze etmeye çalışması da hoşuma gitmiyor. Bunun yanında özel tiyatroların bilet fiyatlarına bakarsanız (devlet ve şehir tiyatrolarının 10 - 20 katı) özel tiyatronun kime hitap ettiğini de anlamış olursunuz. Oradan da şehir ve devlet tiyatrolarının gerekliliğini anlarsınız.

Devletin oyunlar sahnelemesi, filmler ya da diziler çektirmesi, kültür-sanat etkinliklerini doğrudan organize etmesi bana da doğru gelmiyor. Ancak belediyeler, dolayısıylada şehir tiyatroları "devlet" değildir. Belediyeler yerel kültürü yaşatmak, sanat aktivitelerini desteklemek ve hatta doğrudan organize etmek zorundadır. Ademi merkeziyetçilik dediğimiz olgu bunu gerektirir. Çok kültürlülük bunu gerektirir. Halkın da estetik eserlere ulaşabilmesi bunu gerektirir. Devamlılık bunu gerektirir...

Kısır çatışmaların/tartışmaların arasında yine kazanılmış bir hakkımız ortadan kalkıyor. Birileri bilindik bir yarayı kaşıyor. Devlet eliyle sanat olmasa da devletin desteği olmadan da sanat var olamıyor. Başbakanım ve belediye başkanım bunu görür inşallah. Sadece siyasi propaganda için değil!

Dostum,

Ne demiştim bir zaman önce;

"Faklı bir dil farklı bir kültür demektir ve farklılıklar güzeldir. Dil kültürdür ve çok dillilik çok kültürlü olmak demektir ve çok kültürlülük güzeldir.

 ...ve en önemlisi dostum, Hoşgörü, çok kültürlülükle gelir. Hoşgörülü olmak da ayrı bir güzeldir."

Şimdi yukarıdaki cümlelerdeki "dil" kelimesinin yerine ister "tiyatro" ister "oyun" koy. Çok kültürlülük güzeldir ve tiyatro sahneleri çok kültürlülüğün halk evleridir. İşte bu yüzden: Tiyatromdan el çekme! Her şeye rağmen...


Şehir Tiyatroları Yönetmeliği'ne buradan ulaşabilirsiniz.
Şehir Tiyartoları Çalışma Yönetmeliği'nde yapılan değişiklikle ilgili açıklamaya ise buradan ulaşabilirsiniz.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Allahumme ecirna min şerri siyaset"*

*Baştan söyleyeyim başlıktaki söz; "Allah'ım beni siyasetin şerrinden koru" anlamına geliyor ve koca bir külliyata imza atmış Said Nursi'ye atfediliyor. Ortam o kadar kirlendi ki, artık görüş açıklamaktan çekinir oldum. Geçmişim ortada. Sempati duyduklarım da eleştirdiklerim de... Orta bir yol tutturmaya çalışırken desteklediklerim de karşı çıktıklarım da burada yazılı olarak duruyor. FEM’e gittiğim, ilk üniversite yılımda "hizmetin" yurdunda kaldığım da geçmişimin bir parçası. Bir dönem destekçileri olduğum da... Hatta eleştirilerimin tamamını kapalı kapılar ardında yapıp, partizancasına savunduğum dönemleri de hatırlıyordur arkadaşlarım. Bu nedenle "hizmet" denilen olgunun ne olduğunu az çok bildiğimi düşünürüm. Hatta bir dönem içlerindeki hemen herkesin halisane bir şekilde çalıştığına da bizzat şahidim. Ancak o dönem o kadar kısa sürdü ki... Eminim şu an bile deli gibi memleket ve din adına çalışan, ne yapıyorsa bu uğurda yaptığını düşünen bi

Belki üstümüzden bir kuş geçer

Uzunca zamandır okuyorum. Hem de oldukça fazla. Okuduklarından bende yer edenlerin sayısı çok fazla değil. Bir yazarın belki onlarca eserini okuyor ama içlerinden bir tanesine tav oluyorum. Yüzlerce sayfalık bir şiir kitabından bazen sadece bir tane şiir çıkıyor; acaba benim anladığımı mı yazmış şair dediğim. Ya da bir kitabın bir tek cümlesi beni mest etse yetiyor bana. Uzunca zamandır müzik de dinliyorum. Çok farklı şeyler değil. Ama yinede arada yakaladığım bana özel şeyler de oluyor. Bir şarkının tek bir cümlesi ya da tüm albümdeki tek bir melodi beni alıp götürebiliyor çok uzaklara. Dün aklıma gelmemişti adı Yüksek Sadakat'in "Belki üstümüzden bir kuş geçer" şarkısının. Grup çok başarılı mı? Bence değil. Ama öyle birkaç şarkısı var ki; eh be adam nasıl yazdın bunları dedirtiyor. Gül renginde gün doğarken Boğazdan gemiler usulca geçerken Gel çıkalım bu şehirden Ağaçlar,gökyüzü ve toprak uyurken Dolaşalım kumsallarda Çılgın kalabalık artık uzaklarda Yorulu

Zamanı eğip, bükmek

Zaman, fiziki boyutların sanal olan dördüncüsü, elle tutulamayan. Zaman, içinde olayların ardı ardına gerçekleştiği boyut… Bilim adamlarına göre, aynen ışığın bükülebilmesi gibi zaman da eğrilip, bükülebilir ve eğer doğru koşullar gerçekleşirse yani yeterli hız yakalanırsa önce geleceğe ve daha sonra da geçmişe sıçramak mümkün olabilir. Bunu zaman yolculuğu gibi basit kavramlarla karıştırmayın. Bu şu “an” ın da içinde olduğu bir kavram. Öyleyse ne demek bu? Bu soruya cevap verebileceğimi pek sanmıyorum, haddime de değil zaten. Ama bu soru etrafında dolaşıldığında dahi çok farklı yerlere çıkan kapılar bulabiliyor insan. Çok sevdiğim bir çizgi dizide bir keşiş (“Avatar”) hava, su, toprak ve ateşi bükebiliyordu. Tüm dünyayı kurtaracak kişi olan keşişin bile zaman üzerinde böyle bir gücü yoktu. Sonra “Matrix” ve “Neo” var. Ancak o da olaylara hükmeder gibiydi, zamana değil ya da ben öyle algılamıştım. “Aslında bir kaşık yoktu!” ve “Kırmızılı kadın da bir ajandı.” değil mi? Ya “Hiro” iç